13 Haziran 2018 Çarşamba

Cumhuriyetçi misiniz? Demokrat mı? (29 Ekim 2005, İzmir) Prof. Dr. Tülay Özüerman / DEÜ


Cumhuriyetçi misiniz? Demokrat mı?
(29 Ekim 2005, İzmir)
Prof. Dr. Tülay Özüerman / DEÜ


Türkiye’ye demokrasinin kapısını açan, Cumhuriyet ve onun kazanımlarıdır. Çağdaş Türkiye görüntülerinden giderek uzaklaştırılırken, her adımın demokrasi adına meşrulaştırılma çabalarını hayret ve endişe ile izleyenlerin kafalarındaki soru işaretleri giderek artıyor. Takım ruhu ile liberalleşme kavramına takılanlar, küreselleşmenin olumsuzluklarını görmezden gelerek, laik devletle ilgili sorunlarını hesaplaşmaya dönüştürürken, sözde demokratik açılımlar adına küresel düzenin savunuculuğunu da yapmaktadırlar.

Türkiye küreselleşmenin ağına AB üyeliği masalı ile düşmekle kalmamış, kayıplar belgeler üzerinde somutlaştırılarak geri dönülmez bir sürece girilmiştir. Tam üyeliğin giderek uzaklaşan bir hayal olduğu gerçeğini algılayanların sayısının her geçen gün artıyor olmasına karşın hala iyimser tablolar yaratarak serüvenin gidişatının sorgulanmasının önünde engel oluşturanların ileri sürdükleri gerekçe, demokrasi yolunda atılan adımlardır. Gidişi sorgulayanlar, demokrasiye ve AB’ye karşı olmakla suçlanmakta, AB’nin içerisinden gelen çatlak sesler duymazlıktan gelinip, umut veren söylemler üzerinden beklentiler yükseltilmektedir.

Bir ülkeye demokrasinin getirilmiş olması, artık o ülkede otoriter özlemlerin bittiği anlamına gelmez. Ya da başka bir şekilde, demokrasi de diğer rejimler gibi kendi karşıtına dönüşebilir. Yine, demokrasi kendi başına özgürlükler adına bir sigorta değildir. Demokrasinin farklı tanımları olduğu gibi, özgürlük kavramının da farklı tanımları vardır. Demokrasinin yaşamsal damarı olan özgürlükler ve insan hakları günümüzün farklı kimlik şemsiyelerinin açıldığı ortamında tehlikeli bir şekilde yeni çatışma başlıklarını açmaktadır.

Türkiye’de muhafazakar ve hatta aşırı dinci denilebilecek kesimlerin sırtlarına geçirdikleri liberal gömlekle savundukları özgürlükler özünde sınırlamalar getirmekte ve laik Türkiye’nin kazanımlarını tersine çevirecek bir karşıtlığı içermektedir. Türkiye’nin laik, çağdaş ve modern çerçevesini kırmaya yönelik çabalar demokrasi perdesinin gerisinde yürütülürken, tüm bu açılımlara en büyük desteğin dış çevrelerden veriliyor oluşu, laik düzene sahip çıkmakta kararlı kesimi haklı olarak Sevr benzetmesiyle dışa vurulan endişeye sevk etmektedir. Ülkedeki başkalaşmayı dile getirme çabalarının halkın gözünde önemini azaltmak isteyen değişim projesinin mimarları ve yandaşları bu haklı tepkileri, Sevr paranoyası ya da dinozor gibi söylemlerle ciddiye alınmaz bir tavırla önemsizleştirmeye çalışmaktadırlar.

Türkiye’nin demokrasi yolunu kesen gerçekte bu sorgulamaları yapanlar değil, sorgulayanları karalayarak ilerleyenlerdir. Ve hızlandıran etkisi ile başkalaştırılan ülkede demokrasi öne çekilerek Cumhuriyet hedef alınmaktadır. Ilımlı gibi tabirlerle yumuşatılmak istense de Türkiye’ye hem içeriden, hem dışarıdan İslam Cumhuriyeti elbisesinin giydirilmeye çalışıldığı açıktır. Bu giysiye Türk halkının karşı çıkacağı çok iyi bilindiğinden, tüm yırtıklar demokrasi kılıfı ile örtülerek ilerlenmektedir.

Atatürk, laik Türkiye’nin mimarı olarak doğrudan hedef alınmasa da, çoğu ortamlarda anmama, geçiştirme, unutma gibi, unutturmaya yönelik eylemlerle devre dışı edilmek istenmektedir. Modern Türkiye’nin inşasında Atatürk adını dillerinden düşürmeyen dış odaklar, yeni Ortadoğu projesinde Türkiye’ye biçtikleri din çerçeveli yönlendirişi Atatürk’ü karalayarak gerçekleştirme çabasına girişmişlerdir.

Türkiye’nin gerçekten demokratikleşme yolunda ilerlemesi isteniyorsa, bunun yolu din eksenli bir yönetim anlayışı, yani dinin siyasallaştırılıp toplumsallaştırılması değil; bireyselleştirilmesi ve kamusal alanın dışındaki yerinin sağlamlaştırılmasıdır.

Sınıfsal uçurumların giderek arttığı Türkiye’de sınıf bilincini baskılayacak, yoksullaştırılan kitlelerin taleplerinin çığ gibi büyümesini önleyecek, ideolojik arayışların, özellikle sol açılımların yolunu tıkayacak bir projedir din eksenli toplumsallaştırma ve siyasallaştırma… Dinci kadrolaşma ve kuran kurslarının önünü açma çabalarına bir de bu pencereden bakmakta yarar var.

Ülkede arttığı iddia edilen misyonerlik faaliyetlerinin, “Eyvah! din elden gidiyor!…” endişesine yol açması ile dinsel açılımlarla ilgili sorgulamalar baskılanabilecektir. Nitekim, bu yönlü faaliyetler giderek artmaktadır. Her türlü dış çabaya karşı uyanık olmak elbette gereklidir ancak Türkiye için asıl tehdit, siyasal İslam’ın giderek etki alanını genişletiyor olmasıdır. Buradaki temel çelişki, İslam’la demokrasinin yollarının birleştirilmiş olmasındadır. Ve inandırıcılık da tam bu noktada yok olmaktadır.

Yoksulluğun artışıyla dinin daha etkili bir afyona dönüştüğü bilinen bir olgudur. Demokrasinin yoksulların rejimi olmadığını, Türkiye’nin daha çok, kurgusal içerikli (bilim maskesiyle kurgulanıp sunumlandı, şimdilerde küresel ve bölgesel terörle sahneleniyor) “Medeniyetler Çatışması” tezi ile tanıdığı Samuel Huntington’ın ifadesiyle aktaralım:”…Yoksulluk demokrasinin başlıca engellerinden biri, belki de başlıca engelidir. Demokrasinin geleceği ekonomik gelişmenin geleceğine bağlıdır. Ekonomik gelişmenin engelleri demokrasinin yayılmasının da engelleridir……Yoksul toplumların çoğu, yoksul kalmaya devam ettikleri sürece, demokratik olmamaya da devam edeceklerdir” (Huntington, 1993, Üçüncü Dalga, Çev. Ergun Özbudun, TDV Yayınları, Ankara, 1993, s.305,310).

Huntington’ın İslam’la demokrasi arasındaki ilişkiye ilişkin şu sözleri, bugün ortaya attığı küresel güçleri önceleyen tezlerinden farklı olarak neden-sonuç ilişkisine dayalı bir analize dayanır: “…Yönetimin meşruluğu ve politika, dinsel doktrin ve dinsel uzmanlıktan kaynaklandığı ölçüde, İslamiyet’in siyaset anlayışları, demokratik siyasetin öncüllerinden ayrılır ve onlarla çelişir….Uygulamada bir tek istisnayla, hiçbir İslam ülkesi, uzunca bir zaman boyunca tam demokratik bir siyasal sistemi sürdürmüş değildir. İstisna, Mustafa Kemal Atatürk’ün, İslam’ın toplum ve siyaset anlayışlarını açıkça reddettiği ve bütün gücüyle laik, modern, Batılı bir milli devlet yaratmaya çalıştığı Türkiye’dir…” (Huntington, 1993, s.311,312).

Neymiş?.... “Mustafa Kemal Atatürk’ün tüm gücüyle laik, modern, batılı bir milli devlet yaratmaya çalıştığı Türkiye….” Evet, mucizenin temeli burada. Ve bugün Türkiye, liberal söylemlere asılan muhafazakar dinci çevrelerin yeniden inşa sürecinde, laik, modern ve ulusal kimliğinden giderek uzaklaştırılırken demokratikleştiği iddiası havada asılı kalıyor. İşte bu noktada bu ülkenin gerçek demokratlarının duruşlarını netleştirmeleri gerekiyor. Bugün demokratikleşme hareketi, etnik ayrıştırmaya yönelik tehlikeli bir sürece doğru ilerletilmekte ve terörist başının serbest bırakılması taleplerine kadar uzatılabilecek bir “aydın” hareketi başlatılmış durumdadır. Kimin gerçek aydın olduğunu belirlemekte, belki de kilit soru şu: Demokrat mısınız? Cumhuriyetçi mi?... Burada Cumhuriyeti sıfatsız bırakmanın da tehlikesine değinmek gerek. Türkiye’ye demokrasinin kapısını aralayan laik Cumhuriyet’ti. Kapıyı kapatacak olan da İslam Cumhuriyeti… Öyleyse bugünün gerçek aydınlarına düşen öncelikle laik Cumhuriyet’e sahip çıkmaktır. Tüm kavramlar gibi “aydın” kavramı da kayıp gitti.

Bilgiden giderek uzaklaşan, artan sınıfsal uçurumlarla bunalıma doğru itilen bir topluma verilebilen tek umut; AB yurttaşı olmak, demokratikleşmek… Demokratikleşirken nasıl oluyorsa, bir yandan da dine sıkı sıkı sarılmak… Bunun anlamı şudur: Türkiye’de siyaset tıkanmıştır. Siyaset AB üzerinden yürütülmektedir. AB’den dikte edilen yasama çalışmaları; IMF’ten dikte edilen ekonomik düzenlemeler… İçeriden gelen sesler mi?... Onlara kulak asmayınız… “Türkiye’de demokrasi var!...” Bakınız, herkes istediğini söyleyebiliyor…Hepsi bu kadar!... Karşı çıktığınız kadar sisteme ve yanlışlıklara destek vermek gibi bir paradoksa düşüyorsunuz. Böylece otokrasi, demokrasi kılıfında çok daha güçlü ilerliyor ve karşı çıkıldığı kadar meşrulaşıyor.

Ve bakınız, ne kadar çok siyasal parti ve her geçen gün sayıları artan sivil toplum kuruluşlarımız var. Gelin görün ki, partilerin çoğu tabela partisi, sivil toplum kuruluşlarının önemli bir kısmı dış finans güçlerinin kıskacında. Çoğulculuk, bölünüklük olarak negatif etkiyle demokrasinin bugün farklılaştırılan, azınlıklara yönelik, kimlikler üzerinden oynanan oyundaki başrolüne önemli bir katkı koymakta.

Bazılarımız hala AB’ye girme ve Avrupa vatandaşı olma düşleri kurarlarken, Batı’nın ötekileştirme projesinin ağına düşürüldüğümüzün hala farkında değiller. Küresel terör, İslamcı terör dalgasına girdikten sonra, İslam’ı referans alan ülke vatandaşlarının farklı bir frekansta yer almaları umut edilebilir mi? Pek çok bileşenin yer aldığı derin bir açmaz ama çok belirgin bir oyun ve hamleleri görülebilen oyuncular var ortada.

Türkiye’de tüm bu oyun ve oyuncuları görenler hiç de azımsanmayacak sayıda olmalarına karşın, bir araya gelemiyorlar. Demokrasi oyununun içerisinde liberal fikirleriyle yer alanların dışında, bugünün açılımlarına doğrudan karşı çıkmanın demokrasiye karşı olmak olarak algılanması baskısıyla demokratik görünmeyi önceleyenler var. Net olanlardan çok, bu kesimin Türkiye’ye bugün vurulan fırça darbelerinde olumsuz katkıları yadsınamaz.

Bugün çoğu vatandaşın şikayet ettiği tabloya öyle ya da böyle katkı koymak istemeyenler net olmak zorundalar. İşte bu yüzden hangisinin öncelendiği sorusu önem taşıyor. (Laik) Cumhuriyet mi? Demokrasi mi?... Laik Cumhuriyet’in içerisinde demokrasi de var. Laik Cumhuriyet’in kazanımlarını tek tek yerle bir eden günümüz demokratlarının ne Ilımlı İslam Cumhuriyeti yakıştırmasından, ne modern Türkiye’ye yakışmayan görüntülerden bir şikayetleri yok. Demokrasi kavramı, herkes için özgürlük talebiyle gündeme gelmiyor. Etnik ve din temelli ayrıştırmacı, özellikle alt kimliklere vurgu yapan içerikle sunumlanırken, üst kimlikleri AB referanslı, uzak ve belki de gerçekleşemeyecek bir hayale yönlendiriyor. Burada asıl amaç, ulus devleti çözmek. Uluslaşma sürecinin pekişmediği doğru bir gözlem. Ancak, pekiştirme yolunda hayli yol alınmış olduğu gerçeği ve bu süreci sekteye uğratmak için içten ve dıştan etkilerin atlanmaması gerekiyor. Önceleri perde arkasından kısa devre yapılırken, şimdilerde şoklarla (Ilımlı İslam, Demokratik İslam Cumhuriyeti, Türkiyelilik gibi…) kesintiye uğratılmak isteniyor.

AB süreci ile ilgili kuşkuların dile getirilmesinden son derece rahatsız “aydın” demokratları var bu ülkenin. Son derece demokrat çıkışlarla(!), sorgulayanları susturmaya çalışırken, ülke çıkarlarını kollanmasını önceleyenleri AB karşıtlığıyla, demokratikleşmeye karşı olmakla suçlayarak baskılıyorlar. Net olamıyor hiç kimse, bu göstermelik demokrasi tuzağına düştükçe… Bir yerden başlamak gerekli, birlik hareketine doğru ilerleyişte. Kimliksizleştirme hareketi, karşı kimlikler kazınılarak, karşıtlıklar üzerinden ilerletilmekte. Medeniyetler çatışması, bir medeniyetin karaladığı diğerinin üzerinde hegemonyasını kurma ve kendisini bu yolla yaygınlaştırmaya hizmet ediyor. Bazılarının safdillikle iddia ettiği gibi dünya medeniyetlerin uzlaşmasına doğru gitmiyor. 21. Yüzyıl perdesini, barış, demokrasi, insan hakları gibi hoşa giden uzlaşmacı başlıklarla açtı. Oyun başladığı andan itibaren giderek artan ve dünyanın her yanına terör dalgasıyla taşınan kan ve gözyaşı tohumları ile dört bir yana saçılan çatışma var.

Hem dünyanın, hem Türkiye’nin girdiği rotadan şikayetçi olanlar soruyorlar; “Ne yapabiliriz?” En çok sorulan soru… Bir yerden başlamak gerekiyorsa, net olmakla başlamalıyız. Siz hangisini önceliyorsunuz?... Laik Cumhuriyeti mi? Demokrasiyi mi?... Bu soruya verilecek yanıt önemli, çünkü, İkinci Cumhuriyetçiler yeniden kolları sıvarken, tutundukları kavram bu kez Cumhuriyetdeğil, “demokrasi”…

TİSK’in raporu, Türkiye’de çalışma çağındaki kadının %24,3’ünün çalıştığını, bu rakamın 1990’da %33 olduğunu ortaya koyarken; ülkenin Başbakanı, İngiltere’deki bir üniversitenin kürsüsünden, “İngiltere’de kamu kurumlarında başörtülülerin çalışabildiğini, başörtüsünün insan hakkı olduğunu” ilan ediyor. Kadının geriletilmiş konumunu, onu örterek pekiştirme heveslerini dünyaya ilan edenlerin, aynı zamanda Avrupa Birliği üyeliği için çaba gösteriyor görünmeleri ne çelişki?!... Girme heveslisi olduğumuz AB’nin çalışma çağındaki kadın istihdam ortalaması % 56, İngiltere’de bu oran % 66,6. Başka söze gerek var mı?...

Kamu kurumlarına türbanı taşıma mesajının verildiği İngiltere, laiklik sorunu olmayan ve türbanın siyasal simge olarak kullanılamayacağı bir ülkedir. Bu yüzden örnek olamaz. Fransa, yıllarca çözemediği laiklik konusunda katı tutum içerisindedir ve birinci ağızlardan laiklik konusunu tartışmaya bile yanaşmayan açıklamalar gelmektedir. İngiltere’yi örnek alanlara Fransa örneğini niçin vermedikleri sorulabilir… Ayrıca, her ülkenin kendine özgü koşulları içerisinde özgürlükler alanı belirlendiği gerçeğini anımsatmakta yarar var. Kaldı ki, özgürlük ile örtü birbirini içeren değil, dışlayan kavramlardır.

Örtünmeyi özgürlük olarak ilan eden muhafazakar anlayış, bunun için parlamento kararının yeterli olduğunu dünyaya ilan ediyor. Aynı ses; kadınlara “siyasette kontenjan yok, çalışarak gelin” diyor. Meclisteki kadın vekil sayısı bu görüşün “siyasette kadına geçit yok” anlamına geldiğini anlatmak için yeterli olsa gerek.

Demokrat olduklarını ileri sürenlerin demokrasi anlayışı, Türk kadınının kazanımlarını elinden almanın yanında onun siyasetin kıyısındaki yerini pekiştirmeye, ikinci cins konumunu sürdürmeye yönelik. Demokrasi diyenlerin Cumhuriyet (!) anlayışındaki kadının yeri hiç iç açıcı değil. Atatürk’ün Cumhuriyet anlayışı kadının özgürleşmesinin yolunu açtı. Kadını örtünün altından çıkaran tüm açılımlar laik Cumhuriyetin eseridir. Yeniden örtmek isteyenlerin laik Cumhuriyet ile onun kurumlarına “kadının özgürleşmesi” başlığıyla (?!) meydan okuyuşlarının örnekleri giderek çoğaltılmaktadır.

Türkiye, demokrasi hamlesi gibi gösterilen geri adımlarla laik Cumhuriyetin kazanımlarının eritilişine seyirci kalmamalıdır. İçeriden ve dışarıdan Atatürk’e yönelik, Türk ordusuna yönelik tüm karalamalar ancak laik Cumhuriyet ve onun kurumları etrafında kenetlenilerek aşılabilecektir. Atatürk’ün bıraktığı meşale, sonsuza kadar aydınlatacak güçtedir; yapılması gereken ona sahip çıkıp, gelecek nesillere aktarabilecek kararlılığı göstermektir... Türkiye’nin yarınlarını AB parantezinin içerisine sığıştırılan boşaltılmış kavramlar üzerinden kendi yerlerini sağlamlaştıranlar değil; sahip olunan güçlü kurumların içlerinin boşaltılmasına seyirci kalmamaya kararlı kitleler belirlemelidir. Bunun için toplumda güçlü bir irade vardır. Önemli olan bu iradeyi ortaya çıkaracak sosyal ve siyasal güçlerin işbirliği, güçlerin bir yerde toplanmasıdır. Laik Cumhuriyet bir kararlılığın ürünü. O’nun ömrü, bu kararlılığın sürdürülmesine ve sahiplenme derecesine bağlı olacaktır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder