26 Temmuz 2018 Perşembe

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK: HAYATI, ŞAHSİYETİ VE ESERLERİ "Prof. Dr. Norman ITZKOWLTZ" (Princeton Üniversitesi /A.B.D.) Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 16 Sayfa: 411-422 -

MUSTAFA KEMAL ATATÜRK: HAYATI, ŞAHSİYETİ VE ESERLERİ
Prof. Dr. Norman ITZKOWLTZ
Princeton Üniversitesi /Amerika Birleşik Devletleri
HAYATI, ESERLERİ VE ŞAHSİYETİ
Yirminci yüzyılın ilk yarısının sonuna gelindiğinde Mustafa Kemal Atatürk adı, bu yüzyıla şekil veren kişilerden biri olarak büyük önem kazanmıştı. O, can çekişmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nu, I. Dünya Savaşı’nda yenilgiye uğramış Merkezi Güçlerin bir unsuru olma statüsünden alarak, Türkiye Cumhuriyeti adı altında yeni ortaya çıkan demokratik bir devlet olarak dünya çapında tanınan bir varlık haline getirmeyi başarmıştı. Bundan elli yıl sonra, yirminci yüzyılın sonunda, halkının kendisinden bahsederken kullandığı Kemal Atatürk adı, bu yüzyıla şekil veren kişilerden biri olarak dünya sahnesinde hâlâ dikkatleri üzerine çekmekteydi. 9/11 Eylül’de Amerika’da meydana gelen olaylardan sonra dünya, Atatürk’ün politikalarını modernleşme, laikleşme ve globalleşme meseleleriyle boğuşan diğer devletler için de başvurulabilecek bir model olarak görmeye başladı. Bu çalışmada, Mustafa Kemal Atatürk’ün, derinden yaralanmış, şoke olmuş ve morali bozulmuş kendi halkını, nasıl yenilgiyi kabullenme bataklığından kurtardığını ve nasıl onlara I. Dünya Savaşı sonrasında kim olacakları ve ne olacakları konusunda karar vermeyi Paris Barış Konferansı’na ya da Milletler Meclisi’ne bırakmayarak, kendi kaderlerini kendileri belirleyen birkaç halktan biri olarak muhteşem bir geleceği kucaklama yönünde liderlik yaptığını inceleyeceğiz. Gerçekten o dönemde Türkler, Müttefik Devletlerin, Osmanlı Devleti’nin Anadolu topraklarını içeren ana karasını doğrudan işgal ya da manda paylaşımı yoluyla bölme ve o bir zamanların kudretli varlığını tarihin hurda yığınına atma yönünde ortaya koydukları bütün girişimleri başarısızlığa uğratmışlardır.
Bu çalışmaya ayrılan alan içinde Kemal Atatürk’ü tam hakkını vererek anlatmak mümkün değildir. Dar kapsamlı bir biyografi ortaya koyma yerine, ben onun kişiliğinin bazı yönleri üzerinde duracağım ve onun Türk halkını ve Türk yurdunu, hâlâ emperyalist amaçlar gütmekte olan, savaştan galip çıkmış Müttefik devletler arasında bir şekilde paylaşılmaktan kurtarmak için ortaya koyduğu mücadelede belirleyici nitelikte olan bazı olayları ele almaya çalışacağım. Atatürk’ün daha ayrıntılı bir biyografisiyle ilgilenenlerin atıfta bulunabilecekleri son zamanlarda yapılmış bazı tarihsel çalışmalar bulunmaktadır. Bu çalışmalar arasında Vamik Volkan ile Norman Itzkowitz’in kaleme aldığı The Immortal Ataturk: A Psychobiography (Chicago University Press, Chicago, Il. 1984) adını taşıyan eser ile Andrew Mango’nun Ataturk, (Woodstock Press, Woodstock, NY, 2000) kitabı önemliler arasında sayılabilir.
Mustafa Kemal, tarihin her şeyin bilindiği bir döneminde dünyaya gelmiş olsa da onun hayatının ilk yıllarıyla ilgili çoğu bilgi hâlâ bir sır olmaya devam etmektedir. Biz onun tam olarak ne zaman doğduğunu bilmiyoruz. Mustafa Kemal Selanik’te doğdu, fakat onun doğduğu gün, ay ve yıl hâlâ belirlenmiş değildir. 1880/81 kışında o zamanlar önemli bir Osmanlı eyalet merkezi olan yerde doğmuştur. Babası Ali Rıza Bey, ilk önceleri dinî vakıfların yönetiminde görev alan düşük düzeyli bir Osmanlı bürokratıydı; 1877 yılındaki Rusya’yla yaşanan savaş sırasında askerlik hizmetini yerine getirdikten sonra da gümrük kurumlarında düşük düzeyli bir bürokrat olarak görevini devam ettirdi. Onun görev yeri, Yunanistan sınırına yakın olan ve Selanik’in doğusunda bulunan ormanlık bölgenin sınırları içindeydi. Mustafa Kemal’in annesi Zübeyde Hanım, muhtemelen Anadolu’dan Balkanlara yeni getirilmiş ve Yunanistan’la sınır oluşturan bölgeleri korumak için oralara yerleştirilmiş olan halkın içinden çıkma yeni yetme bir genç kızdı. Zübeyde Hanımın kısa aralıklarla ikisi kız, biri oğlan olmak üzere üç çocuğu oldu, fakat üçü de daha çocukken öldüler. Mustafa Kemal bir matem evi olarak isimlendirebileceğimiz bu aile içinde dünyaya geldi. O diğer çocukların yerine geçmek üzere doğmuş bir çocuktu, bu durumun onun daha sonraki hayatı üzerinde önemli etkisi olacaktı. En baştan itibaren o, annesinin gözünde çok özel bir çocuktu. Bu özel olma durumu, Türk halkının aşina olduğu ve hâlâ sımsıkı sarıldığı bir özelliktir.
Atatürk doğduğunda, babası ya da başka bir yaşlı akrabası geleneksel tarzda onun kulağına Mustafa ismini fısıldadı; bu isim daha sonra onun gerçek verilmiş ismi olacaktır. Ali Rıza Bey, çocuğunun ileride askeri bir kariyer yapabilmesi için ilahî yardım istemek üzere beşiğinin baş ucuna kendisinin asker kılıcını astı. Mustafa 7 yaşına geldiğinde, babası bir hastalık sonucunda vefat etti. Kemal Atatürk, babasıyla uzun dönemli bir temas imkanına sahip olmadı; kısa dönemli babasıyla temasından ondan bazı şeyleri aldığı sonucunu çıkarabiliriz. Aldığı şeylerden bir tanesi, askerliğe duyduğu ebedi ilgiydi. Başka bir tanesi de birçok durumda mevcut sınırlamaları kavrayabilmesiydi; babası, hükümet görevlisi olarak bulunduğu Yunan sınırı yakınındaki ormanlık bölgede Yunan haydutlarıyla uğraşmak zorunda kaldığında mevcut kısıtlamaların çok iyi farkına varmıştı. Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasıyla zirve noktasına ulaşacak olan askeri ve siyasi mücadelesine girişirken, bu iki faktör onun kariyerinde önemli bir yere sahip olmuştur. Bu psikolojik makyajla ilgili olarak bu bölümde ele alınacak olan başka yönler de bulunmaktadır.
20’li yaşlarının sonuna doğru dul kalmış olan Zübeyde Hanım, kendisinden önce ölmüş olan üç kardeşinin yerine geçecek çocuk olma özelliğiyle zaten özel olma hususiyeti kazanmış olan çocuğunun hayatına yoğun bir şekilde karışmaktaydı. Bunun bir uzantısı olarak da onun asker olmasına şiddetle karşı çıkıyordu. Onun arzusu, oğlunun dinî bir okulda öğretmen olması ya da Kur’an’ı ezberine alan bir hafız olarak yetişmesiydi. Fakat Zübeyde Hanım oğullarının alacağı eğitimin türü konusunda kocasıyla aralarında çıkan fikir ayrılığında kaybeden taraf oldu. Oğlunun Batılı çizgide eğitim almasını ve böylece askerî bir kariyer için daha hazırlıklı olmasını isteyen Ali Rıza Bey, başlangıçta karısının arzusuna uyarak Mustafa Kemal’i mahallede bulunan dinî okula kaydettirdi, fakat birkaç gün sonra onu o okuldan alarak Şemsi Efendi tarafından yönetilmekte olan ve Batılı tarzda eğitim veren yeni açılmış bir okula yerleştirdi. Bu şekilde Mustafa Kemal, babasının hem askerî geçmişinden hem de onun üstün konuma geçmek için herhangi bir durumun sınırlamaları içinde nasıl hareket edilmesi gerektiği yönünde sahip olduğu bilgiden faydalanmış oldu.
Mustafa Kemal, daha sonra babasının kendisine miras olarak bıraktığı şeyleri ne kadar iyi öğrendiğini gösterecekti. Babasının ölümünden sonra annesinin arzusu doğrultusunda kendisini bürokraside kariyer edinmesi için hazırlayacak olan bir okula kaydoldu. Fakat Selanik caddelerinde gördüğü askeri üniformalarıyla dolaşan gençleri kıskanan Mustafa Kemal’in kafasında eğitimiyle ilgili başka fikirler bulunmaktaydı. O, zaten her şeye gücü yeten düş gücüyle desteklenen, erken gelişmiş ve etkiye açık bir özerklik hissi ortaya koymaya başlamıştı. Annesine haber vermeksizin özerklik ve muktedirlik hissinin geliştiğini ortaya koyan bir adım attı; askerî okula giriş sınavına girdi ve bu sınavda başarılı oldu. Sınavda başarılı olması, hem onun vefat etmiş olan babasıyla kendisini özdeşleştirmesini güçlendirdi, hem de annesinin kendisini özel biri olarak görmesi hususunu da kendisinin de bilinç altında verdiği destekle daha da kuvvetlendirdi. Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in özel olduğu duygusunu daha da geliştirirken, bu durum, kendi kendini gerçek haline dönüştüren bir kehanet haline dönüşecekti. İleride Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere büyüyüp olgunlaşacak olan küçük Mustafa gerçekten özel biriydi.
Başka belirleyici nitelikte olan, bir olay onun askeri okuldaki eğitimi sırasında ortaya çıktı. Mustafa Kemal, yine Mustafa adını taşıyan öğretmeninin rehberliğinde matematik dersinden çok hoşlanmaktaydı. Anlaşıldığı kadarıyla kendisiyle öğrencisi arasında bir ayırım yapmak amacıyla öğretmeni ona Kemal, yani mükemmel biri lakabını verdi. Bu isim Mustafa Kemal’in kendisinin özel biri olduğunun farkında olmasına da uygun düşmekteydi ve bundan sonra hep onunla birlikte anılacaktı. Bundan sonra o artık Mustafa Kemal olarak bilinecekti.
Mustafa Kemal askerî okul sisteminde ilerlemesini sürdürdü ve 1899 yılında Manastır’da (şu anda Bitola) askeri okulun orta kısmını bitirdi. Manastır, o zamanlar hâlâ Osmanlı’nın Balkanlar’daki önemli eyalet merkezlerinden biriydi, Yunanistan ve Arnavutluk’la mevcut sınırları koruyucu bir konumda bir bulunmaktaydı ve Sırbistan ya da Bulgaristan’da bir karışıklık olması durumunda karışıklığı bastırmak için kullanılacak önemli bir merkez görevi görmekteydi. O zaman henüz yirmi yaşına girmemiş olan, çevredeki eyaletlerden gelen bu genç adam, doğu Avrupa’nın tümünde olmasa bile Osmanlı İmparatorluğu içinde en gelişmiş şehir olan İstanbul’da bulunan Harp Okuluna girmeyi başardı.
Başlangıçta Mustafa Kemal eyaletten gelen biri olarak İstanbul’da ne yapacağını bilmez bir durumdaydı.
Kendi kendine saygı hissi saldırıya büyük darbe almıştı ve sık sık depresyona girmekteydi. Kişilik bütünlüğünü yeniden oluşturmaya ihtiyaç duymaktaydı. Bu ihtiyacını zayıf kadınları yöneterek bir dereceye kadar giderdi. Fakat bu tür davranış, onun akademik çalışmasına olumsuz yansıdı ve neredeyse eğitiminin ilk yılında başarısız olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bu durumdan onu bir paşanın (generalin) oğlu olan Ali Fuat (Cebesoy) ile kurduğu arkadaşlık kurtardı. Mustafa Kemal, paşanın evinde saygıyla karşılanmaktaydı; Ali Fuat, onun İstanbul’un renkli hayatına katılmasına rehberlik eden ve büyük ihtimalle de onu rakı içmekle tanıştıran kişi oldu. Paşa, Mustafa Kemal için idealize edilmiş bir baba vazifesi görmekteydi, bu çerçevede Mustafa Kemal askeri okuldaki çalışmalarına daha yoğun şekilde eğildi.
Politika, Mustafa Kemal’in Harp Okulu’ndaki sınıf arkadaşlarının bazısının hayatında önemli bir rol oynamaktaydı. Onlar Sultan II. Abdülhamid’in baskı yönetiminden hiç hoşlanmıyorlardı ve siyasi durumun ciddiyeti konusunda sınıf arkadaşlarını uyarabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Kendinden üst ya da alt sınıflarda olanlarla birlikte kendi sınıfında öğrenci olan Harp Okulundaki arkadaşlarının bir çoğu -bunlar arasında Ali Fuat (Cebesoy), Kazım Karabekir, Nuri (Conker) ve Mehmet Arif de bulunmaktaydı- daha sonraki yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında Mustafa Kemal’le birlikte önemli roller oynayacaklardı. Mustafa Kemal açısından Osmanlı Sultanı kötü bir babayı temsil etmekteydi; o da öğrenci arkadaşlarıyla birlikte gizli şekilde bir gazetenin çıkarılmasında rol aldı. Gazetenin başyazılarını birçok kere kendisi yazdı. Gazetenin yayına hazırlanması oldukça tehlikeli bir faaliyetti. Bir keresinde okul görevlileri gazetenin hazırlanmakta olduğu odaya girdiler, fakat anlaşıldığı kadarıyla bu gizli faaliyeti görmezlikten gelmeyi tercih ettiler. Kendisine güvenini yeniden kazandıktan sonra Mustafa Kemal, eğitiminin ikinci yılının sonunda 460 kişilik sınıfta yirminci oldu, üçüncü sınıfta da 459 kişi arasında sekizinci olmayı başardı. Okuldan mezun olurken tamamen askeri üniforma giymiş olarak resmini çektirdi ve bu resmin bir kopyasını kendisiyle gurur duyması için annesine gönderdi.
Piyade sınıfında teğmen olarak görevlendirilen Mustafa Kemal’in Kurmay Okulu’na gitmesine izin verildi. Kurmay Okulu’ndayken kendisine duyduğu güvende yeniden zayıflama ortaya çıktı. Orada en iyiler arasında bulunmaktaydı, fakat henüz en iyi değildi. İçinde taşıdığı büyüklük hislerini koruyabilmek için büyük mücadele verdi. Kendisini yıldızı parlayan bir şahsiyet, bir kahraman ve ülkesinin bir kurtarıcısı olarak görmekteydi. Arada bir büyüklük duygusu dışarı da taşmaktaydı. Bir keresinde kendisi ve arkadaşları hükümetin geleceği konusunda görüş alış verişinde bulunuyorlardı. Mustafa Kemal gelecekte kurulacak bir kabinede arkadaşlarının hangi bakanlıklara ve diğer hangi liderlik pozisyonlarına atanacağını gösteren bir liste hazırladı. Arkadaşları onun hangi makamı işgal edeceğini sordular. Onun cevabı, "bu makamları size verecek olan benim” şeklinde oldu.
Sık sık yeterli uyuma güçlüğü yaşamış olsa da Mustafa Kemal 1905 yılında 57 kişilik sınıfında beşinci olarak kurmay yüzbaşı rütbesiyle okuldan mezun oldu. O zaman yirmi dört yaşındaydı. Göreve atanmak için beklerken Mustafa Kemal ve bazı arkadaşları Beyazıt semtinde bir apartman dairesi kiraladılar. Orada hükümetin yasak listesinde bulunan kitapları okumak ve tartışmak için bir araya geliyorlar ve kendilerinin idealleri ile gelecek konusunda tartışıyorlardı. Onların faaliyetleri hükümetin dikkatinden kaçmadı. Bir hükümet ajanı onlarının grubunun bir üyesi oldu ve onları ele verdi. Mustafa Kemal, Ali Fuat (Cebesoy) ve başka bazı arkadaşları tutuklandılar ve hapse atıldılar. Askeri kariyerleri tehlikeye girmişti, fakat işten atılma yerine kendilerine imparatorluğun uzak bölgelerinde görev verildi. Mustafa Kemal ile Ali Fuat (Cebesoy) o zamanlar hâlâ Osmanlı İmparatorluğu’nun bir parçası olan Suriye’de bulunan Beşinci Ordu’ya atandı.
Şam’a atanma Mustafa Kemal açısından kendisine vurulmuş büyük bir darbeydi. Annesine yakın olabileceği Selanik’e gönderileceğini ümit etmişti. Ali Fuat ve sürgüne gönderilen başka bir sınıf arkadaşıyla birlikte Mustafa Kemal ilk görev yerine gitmek için önce gemiyle Beyrut’a, oradan da trenle Şam’a gitti. Ali Fuat’ın babası İsmail Fâzıl tanınmış bir Paşa olduğu için Şam’daki komutan onları sıcak bir şekilde karşıladı. Ancak birkaç gün sonra Ali Fuat, eyalet valisinin koruması olarak görev yapan seçkin bir süvari birliğiyle birlikte özel bir görevle Beyrut’a geri gönderildi. Mustafa Kemal hiç kimse olmama durumuna geri dönmüştü; gözden düşmüş bir şekilde cezasını çeken bir subay olarak görülmekteydi. En son teknoloji ürünü askeri malzeme ve taktiklerle eğitilmiş olsalar da Beşinci Ordu’da görevli olanlardan hiç kimse onun açığa vurmak zorunda olduğu şeyleri öğrenmekle ilgilenir görünmüyordu. Ona ve başlangıçta birlikte sürgüne gönderildikleri üçüncü kişiye hiçbir görev verilmiyordu.
Askeri reform yapılması gerektiğinin farkına varan Mustafa Kemal ve diğer arkadaşı Vatan ve Hürriyet Cemiyeti adını verdikleri gizli bir cemiyet kurdular. Bu topluluğu genişletme yolunda çabalar gerçekleştirilse de ciddi bir ilerleme sağlanamadı. Karamsarlığa kapılan Mustafa Kemal, tamamen Arap ve tamamen Müslüman olarak gördüğü Şam’ı ‘tamamen kötü’ olarak algılamaya başladı. Küçük bir çocukken Mustafa, annesi tarafından dinî bir eğitim almaya ve dinî bir kariyer yapmaya yönlendirilmiş, fakat onu laik, modern bir okula yerleştiren babası tarafından kurtarılmıştı. Mustafa Kemal kendisini kurtaracak yeni bir babaya ihtiyaç duymaktaydı. Bu doğrultuda Selanik’te bulunan bir paşa üzerinde karar kıldı. Ona Makedonya’ya transfer edilmesi konusunda kendisine yardım etmesi isteğinde bulunan mektuplar yazdı. Paşa kendisi Selanik’e geldikten sonra ona yardım edebileceğini söyleyerek baştan savma bir cevapla ona karşılık verdi. Gözü yılmayan Mustafa Kemal Selanik’e gitme planlarından vazgeçmedi.
Bütün yol boyunca değişik yerlerde görev yapmakta olan arkadaşlarının yardımıyla Mısır ve Pire yoluyla Selanik’e ulaşmayı başardı. Oraya vardığında yaptığı ilk şey, gidip annesini görmekti. Oradan da kendisinin kurtarıcısı olacağına inandığı Paşa’yı görmeye gitti. İdealindeki babası olacağı yönünde hayaller kurduğu kişinin onu görmeyi reddetmesi üzerine Mustafa Kemal’in nasıl bir hayal kırıklığı yaşadığı kolayca tahmin edilebilir. Yine de Mustafa Kemâl, Paşa’nın yardımcısını kendini Paşa’yla görüştürmesi konusunda ikna etti. Ancak Paşa kendisine onun için yapabileceği hiçbir şey olmadığını ve bir daha kendisini rahatsız etmemesini söylediğinde Mustafa Kemal’in hayal kırıklığı bir kat daha arttı.
Arkadaşları yeniden Mustafa Kemal’in yardımına koştular. Dört aylık bir hastalık izni almasında kendisine yardım ettiler. O, bu süreyi Vatan ve Hürriyet Cemiyeti için yeni bir sayfa açmak için kullandı. Bu arada Suriye’deki üstlerinin kendisinin yokluğundan haberlerinin olmamasını sağladı, fakat İstanbul’daki yetkililer onun Şam’daki görevinin başında bulunmadığı gerçeğinin farkına vardılar. Konuyla ilgili araştırma yapmaya başladılar. Bu gelişmelerden haberdar olan Mustafa Kemal de Suriye’ye doğru yola çıktı. Bir kere oraya vardığında hemen Osmanlıların Akabe limanı konusunda İngiliz-Mısır hükümetiyle anlaşmazlık içinde oldukları Beerşeba’ya hareket etti. Arkadaşları onu bütün geçen zaman boyunca Beerşeba’daymış gibi göstererek Şam’daki görevinin başında bulunmadığı gerçeğini gizlediler. Bundan kısa bir süre sonra sadık bir subay olduğuna karar verildi ve 1907 yılının Eylül ayında üç yıllık sürgünden sonra Selanik’teki Karargâha transfer edildi.
Selanik’e döndükten sonra Mustafa Kemal’in önünde açılan, onun Osmanlı İmparatorluğu’nun askeri ve siyasi yaşamına daha kapsamlı olarak katıldığı döneme geçmeden önce, bu önemli dönemeçte onun psikolojik durumuyla ilgili bazı özet niteliğinde düşünceler ortaya koymak faydalı olacaktır. Şimdiye kadar, Mustafa Kemal’in daha önce ölen çocukların yerine geçecek bir çocuk olarak bir matem evinde dünyaya geldiğini ve annesi tarafından özel biri olarak görüldüğünü belirttik.
Annesi, ona bu doğrultuda muamele etti ve onu mümkün olduğunca kendi kontrolü altında tutacak şekilde ve yine onu mümkün olduğunca güvende ve kendisine yakın tutacak biçimde onun hayatını kontrol etmek ve yönlendirmek için büyük mücadele verdi. Bu davranışın tam zıddına, babası da ona Batılı, modern eğitime dayalı alternatif bir askeri kariyer yapma vizyonu sundu. Mustafa daha küçük bir çocukken babası vefat etti.
Bu gelişme Mustafa Kemal’in yalnız kalmasına neden oldu; ayrıca onun içselleştirdiği ve idealize ettiği baba imajı, onun annesinin isteklerinden daha fazla babasının istekleri doğrultusunda bir hayat şekli benimsemesini sağlayacak şekilde daha da güç kazandı. O, annesine haber vermeden askeri kariyer yapmayı seçti ve sonunda kendisini İstanbul’da Harp Okulu’nda buldu.
Orada Mustafa Kemal sık sık karamsarlığa kapıldı ve bir numara olma arzusu engellerle karşılaştı. Büyük olasılıkla yeni bulduğu arkadaşı Ali Fuat’la arkadaşlığı sırasında içki içmeye başladı. Kendi kendisine hayran olmasının ilk belirtileri, Harp Okulu’ndan mezun olduğu zaman üzerinde sadece askeri üniforma varken çektirip annesine gönderdiği fotoğrafta görülmektedir. Bu, aynı zamanda çocukluğunda Selanik’te geçirdiği günlerde komşu çocuklarının üzerinde gördüğü askeri üniformayı giyme konusunda duyduğu ilginin devamı niteliğinde olan bir gelişmeydi. Karamsarlık, düzenli uyuma zorluğu çektiği Kurmay Okulu günlerinde de onu rahatsız etmeye devam etti. Bu okulda oldukça başarılı oldu, fakat henüz bir numara değildi. Mustafa Kemal, hem Harp Okulu’nda, hem de Kurmay Okulu’nda hükümet karşıtı gizli faaliyetlere katılarak siyasete ilgi duyduğunu ortaya koydu.
Mezun olduktan sonra o ve arkadaşlarından bazısı II. Abdülhamid’in despotluğu konusunda okumaya ve konuşmaya devam ettiler. Onların faaliyetleri ortaya çıkarıldı ve Mustafa Kemal de dahil olmak üzere onlara verilen ceza, Şam’ın ücra köşelerine görevlendirilmeleriyle bir tür askeri sürgüne gönderilmelerine neden oldu. Karamsarlığa kapılan Mustafa Kemal, bu defa kendini Selanik’te bulunan bir Paşanın kişiliğinde idealize ettiği bir baba figürüne bağlayarak kendisini güvende hissetmenin yollarını aradı. Bu girişim de başarısız oldu ve Mustafa Kemal bir kere daha karamsarlığa gark oldu ve kendisine olan güvenini büyük oranda yitirdi. Bu noktada sadakatiyle ilgili olarak temize çıkarıldıktan sonra statüsünde meydana gelen değişiklik ve sürgünden Selanik’e geri dönüş onun imdadına yetişti.
1907 yılının sonunda döndüğü Selanik, artık çocukluğunda bildiği Selanik değildi. Bunun böyle olmasının en büyük nedeni, halk arasında Jön Türkler olarak bilinen İttihat ve Terakki Komitesi’nin gerçekleştirdiği gizli faaliyetlerdi. II. Abdülhamid, tahta çıkarılmasının bir bedeli olarak Aralık 1876’da anayasa oluşturulmasını kabul etmişti. O dönemde ayrıca an az düzeyde bağımsız olan bir parlamento toplandı ve bu parlamento 19 Mart 1877 tarihinde ilk toplantısını yaptı, 14 Şubat 1878 tarihinde de padişah tarafından dağıtıldı. Bundan sonraki otuz yıl boyunca Meclis bir daha toplanmayacaktı; bu arada Sultan’ın hükümeti tarafından muhaliflere karşı alınan baskıcı önlemlere rağmen, padişaha karşı ortaya çıkan muhalefet gücünü daha da artırmaktaydı. Sonunda Sultan’a karşı ortaya çıkan muhalefet askeri kanat içinde yoğunlaştı. Mustafa Kemal’in Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, ordu içinde ortaya çıkan bu tür faaliyetlerin ilk örneklerinden biriydi. Bu arada Selanik’te bulunan İttifak ve Terakki Cemiyeti hukuk ve diğer meslek okullarında hızla yayıldı ve komuta düzeylerine ulaşacak derecede Üçüncü Ordu’ya sızmayı başardı. Vatan ve Hürriyet Cemiyeti ise pek kullanışlı bir teşkilât değildi, bu durum Mustafa Kemal’in devam etmekte olan faaliyetlerde ancak düşük düzeyde rol oynamayı kabul etmesine neden oldu.
İkinci derecede bir rol kabul etmek, Mustafa Kemal’in kendisiyle ilgili sahip olduğu şişirilmiş büyüklük imajı açısından oldukça zor bir durumdu, fakat onun başka seçeneği yoktu. Kendisine verilen yeni askeri görevi, Selanik ile Üsküp arasındaki demiryollarını denetlemekti. Üçüncü Ordu’nun kendisi temelde üç görevi yerine getirmekle meşguldü: 1) Makedonya’da azınlıkların gerçekleştirdiği terörist faaliyetleri önlemek, 2) Avrupalı güçlere, onların ısrarla üzerinde durdukları Balkanlarda azınlıklar lehine reform gerçekleştirilmesinin sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanmasına neden olacağını göstermek ve 3) Sultan’a 1876 Anayasası’nı yeniden uygulamaya koymak zorunda olduğunu bildirmek.
Haziran 1908 tarihinde olaylar patlama noktasına geldi. Padişah Üçüncü Ordu’daki sadık olmayan subayları ortaya çıkarmak için Makedonya’ya ajanlar göndermişti. Ahmed Niyazi adında orta düzey bir ordu subayı, ordu imamı tarafından alenen suçlandı; ardından imam 28 Haziran’da suikasta maruz kaldı. Bunun üzerine Ahmed Niyazi ile birkaç yüzü bulan takipçileri açık bir isyana kalkışarak dağlara çıktılar. Onların aralarında bulunanlardan bir tanesi, daha sonra Paşalığa yükselecek, İttihat ve Terakki’nin lideri olacak ve tarihe Enver Paşa olarak geçecek olan Enver adında genç bir kurmay binbaşıydı.
Enver de, o zamanın kahramanı haline geldi. Mustafa Kemal gibi o da kendi kendine hayran olan bir kişiliğe sahipti, fakat onunki saplantı haline gelmişti. Bu özellik, onu dinlenme bilmeksizin uzun saatler boyunca çalışmaya muktedir olan ve göze çarpıcı derecede ayrıntılara önem veren bir kişi haline getirmişti. Aşırı derecede gururlu olan Enver, askeri elbisenin aşırı intizamına önem verenlerdendi. Mükemmel bir at binicisi olarak genellikle süvari pantolonu ve çizmeleri giymiş olarak dolaşırdı. Kadınlar açısından çekici olsa da istisnai derecede ahlaki değerlere bağlı ve dindardı. Ne bir sigara içicisi, ne de içki içen bir kişi olduğu için de Mustafa Kemal’le hemen hemen her konuda zıt kutupları temsil etmekteydiler. Enver, padişah ailesinden biriyle evlendi ve böylece sarayın damadı oldu. Bu statü, onu Osmanlı toplumunun en yüksek seviyelerine çıkaran bir statüydü. Daha ilk başlarda Mustafa Kemal’i tehlikeli bir rakip olarak gördü ve onun İttihat ve Terakki ve ordu içerisinde fazla önemli olmayan görevlere getirilmesini sağladı. Birbirini hiç sevmeyen bu iki şahsiyetin ileride birbiriyle çatışacağı kaçınılmaz bir sonuç olacaktı.
Padişah’ı 1876 Anayasası’nı yeniden uygulamaya zorlama hususunda elde edilen başarı, Genç Türklere Osmanlı İmparatorluğu içinde ve dışında büyük takdir getirdi. Enver kısa sürede ön plana geçti; bu, Mustafa Kemal’in arkada kalması anlamına gelmekteydi. Mustafa Kemal’in kendine ait bir güç tabanı bulunmamaktaydı ve Enver’in imparatorluk için kötü sonuçlar getireceği yolunda sahip olduğu görüşleri açıklama konumunda değildi. Duygularını yatıştırmak için başvurabileceği tek yol, arkadaşlarıyla beraber olmak ve büyük çaplı planlarını onlara anlatmaya devametmekti. Örneğin arkadaşları Mustafa Kemal’e kendilerini de içine alacak olan ileride oluşturacağı bir hükümette kendisine padişahlık makamını ayırıp ayırmayacağını sorduklarında, o padişahtan daha büyük olacağını söyleyerek cevap vermişti. Bu tür toplantılar ve yorumlar Mustafa Kemal’i İttihat ve Terakki liderleri nezdinde istenmeyen adam konumuna getirmekteydi. Cemiyetin liderleri Mustafa Kemal’i, hâlâ bir Osmanlı toprağı olan Libya’ya, bu Osmanlı ileri karakolunda İttihat ve Terakki’nin otoritesini yerleştirmek üzere cemiyetin temsilcisi olarak gönderdiler. Padişah’ın kendisi bile Mustafa Kemal’i sürgün etmek üzere daha iyi bir yer seçemezdi.
İstanbul’dan gelen bu karar kendisine bildirildiğinde Mustafa Kemal bu komplonun arkasında Enver’in elinin bulunduğunu anladı. Ancak bu görev teklifi, onun itibar ve kendine güven hissini iyice kaybetmeksizin geri çevirmeyi göze alabileceği bir teklif değildi. Kendisini devlet için gizli faaliyetler gerçekleştirmekle görevli güçlü bir kişi olarak görerek, bu maceraya mümkün olabilecek en iyi şekilde farklı bir boyut kazandırdı. Görev yerine vardığında Mustafa Kemal’i karşılamak üzere bir düzenleme bile yapılmış değildi. Kendisini getiren gemi tarafından sahile bırakıldı ve kendisiyle birlikte eşyaları kumsalın üzerine adeta atıldı. Bu uygulamadan gözü yılmayan Mustafa Kemal, bölgedeki Türk askerlerinin İttihat ve Terakki’nin otoritesini tanımasını sağladı ve Sanusi ailesinin liderlik ettiği ayrılıkçı hareketi dizginlemesini bildi. Bir sürgün görevini böylece kişisel bir zafere dönüştürdükten sonra Selanik’e geri döndü, fakat Libya’da gösterdiği azmin ve gayretin burada kendisine herhangi bir övgü kazandırmadığını gördü. Sultan Abdülhamid tahttan uzaklaştırıldıktan sonra Selanik’te İttihat ve Terakki’nin ikinci yıllık kongresinde aleyhte yaptığı konuşmayla Mustafa Kemal cemiyet liderlerini kendisinden daha da uzaklaştırdı. Bu konuşmasında ordunun siyasetten uzak durması ve siyasi kariyerle ilgilenen subayların ordudan istifa etmesi gerektiği görüşünü ortaya koymuştu.
Bunu söylemekle Mustafa Kemal kendisini tamamen askeri konulara hasretmiş olduğunu da ortaya koymuş oluyordu. Bazı askeri broşürleri Almancadan Osmanlı Türkçesine çevirdi. Onun askeri alandaki kavrayış üstünlüğü kendisine biraz başarı getirdi, fakat bu başarı Enver’inkinin çok gerisinde kalıyordu. 1911 yılının sonbaharında Libya’nın İtalyanlar tarafından işgali, Mustafa Kemal’e yıldızını parlatma konusunda yeni bir fırsat sundu, fakat orada sıtma hastalığına yakalandı ve göz problemleri yaşamaya başladı. Oradan alındı ve tıbbi tedavi için Viyana’ya gönderildi. Hastalıkları yüzünden Yunanlıların 8 Kasım 1912’de Selanik’i aldıkları Balkan Savaşlarına katılma imkanı da bulamadı. Mustafa Kemal hâlâ İstanbul’da bulunurken Enver başarılı bir askeri darbe (23 Ocak 1913) gerçekleştirdi ve sonunda bu darbeyle Enver, Cemal ve Talat üçlüsü bir İttihat ve Terakki hükümetinin başında iktidarı ele geçirmeyi başardı. Mustafa Kemal, bu üçlünün iktidara gelmesi sırasında gerçekleştirilen siyasi suikastlara karşı açık sözle eleştiri getirmekten çekinmedi. Enver, İkinci Balkan Savaşı sırasında Birinci Balkan Savaşı’nda kaybedilmiş olan Edirne’nin geri alınmasını sağlayan Osmanlı ordusuna komuta etmekle şanına şan kattı. Enver kabinede harbiye nazırı oldu, saray ailesinin fertlerinden biriyle evlendi ve kendisini Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Reisliği’ne getirdi. Mustafa Kemal’den bir yaş büyük olan Enver, bütün bunların hepsini 33 yaşındayken yaşamıştı. Mustafa Kemal’in İstanbul’dan uzaklaştırılması için de kendisine Sofya askeri ataşeliği görevi verildi. Mustafa Kemal bir kere daha sürgüne gönderiliyordu.
Sofya’daki hayat, Mustafa Kemal açısından genel olarak hoşa giden ve tecrübe kazandıran cinstendi. Yakışıklı bir şahsiyet tablosu çiziyordu; örneğin bir maskeli baloda giymek üzere kendisine gerçek bir Yeniçeri kostümü gönderilmesi yolunda İstanbul’dan istekte bulunmuştu. Sofya’nın Batılılaşmış önde gelen ev sahibeleri onu yanlarında görmek istedikleri biri olarak tercih ederlerken, Mustafa Kemal’in kendine duyduğu güven hissi de gittikçe güçlenmekteydi. Bulgaristan Savunma Bakanı’nın kızı olan Miti adlı genç bir kadınla romantik bir ilişkiye de girdi. Sık sık Batı tarzında elbiseler giyiyordu, örneğin Avrupa sitilinde bir şapka bunlar arasındaydı. Sofya’dayken operaya da gitti. Bu gerçekler çerçevesinde onun Sofya’da hoşlanarak gerçekleştirdiği şeylerin birçoğunun daha sonra onun Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığını yaptığı dönemde Türk halkının yaşamına girmiş olması şaşırtıcı görünmemektedir. Miti’nin ailesinin, kızlarının bir Türk’le muhtemel evliliğine karşı çıkmaları sonucunda, onun kendi kendisine hayranlık duygusunun yara almış olması da bu durumu değiştirmeyecekti. Miti’yi kaybetmiş olmaktan dolayı içine düşmüş olabileceği üzüntülü durumu, uluslararası olaylar kısa kesti. Dünya Savaşı’nın çıkması yaklaşırken Mustafa Kemal de İstanbul’a dönmek için hazırlık yapmaya başladı.
Bu arada Enver, yüce zirvelere tırmanmıştı. Mustafa Kemal’in, kaymakam olarak rütbesi doğrultusunda yapmaya hakkı olduğu, bir tümeni komuta etme yönünde ortaya koyduğu isteği Enver tarafından yerine getirebilirdi, fakat Enver, bunun yerine Mustafa Kemal’in Sofya’da bekletilmesi yoluna gitti. Sonunda Enver, Mustafa Kemal’in 19. Tümen’in komutanlığına getirilmesi yönünde emrini verdi; bu tümen, hakkında hiç kimsenin bilgisinin olmadığı bir tümendi. İstanbul’a geri dönen Mustafa Kemal, teşkilâtlanma aşamasında olan tümenini Trakya’daki Tekirdağ’a konuşlandırdı. Daha sonra Şubat 1915’te tümenin merkezi Gelibolu yarımadasında bulunan Maydos’a (Eceabat) nakledildi. General Liman von Sanders Enver tarafından bölgedeki tüm askeri kuvvetlerin komutanlığını üslenmek üzere Gelibolu’ya gönderildi; söz konusu birlikler arasında Mustafa Kemal’in komuta ettiği 19. Tümen de bulunmaktaydı. 19. Tümene, nerede ihtiyaç duyulursa oraya gitmek üzere hareketli takviye kuvveti olma görevi verildi. Mustafa Kemal ile von Sanders Gelibolu’ya karşı beklenmekte olan müttefik saldırısının nerede gerçekleşeceği konusunda farklı fikirler taşımaktaydılar.
Müttefik kuvvetleri 25 Nisan tarihinde Mustafa Kemal’in tam çıkarma yapacaklarını söylediği yerde çıkarma yapmaya başlayınca Mustafa Kemal’in tahmini doğru çıkmış oldu. Mustafa Kemal, yeni emirlerin gelmesini beklemeksizin ve kendi muhteşem kişiliğinin otoritesine dayanarak, müttefiklerin ilerleme yolu üzerinde onların karşısına durmak için askerlerini Conkbayırı’na yürüttü. Ardından gerçekleşen çatışmalar sırasında Mustafa Kemal’e bir şarapnel parçası isabet etti. Bu olayda onu ölümden kurtaran, göğüs cebinde taşıdığı saat oldu. Maruz kaldığı fiziki yaralanma önemsenecek cinsten değildi, fakat olayın psikolojik etkisi çok büyüktü. Olay, Mustafa Kemal’in kendisinin ölümsüz olduğu yolundaki inancını kuvvetlendirmeye yardımcı oldu. O, daha sonra bu saati bir hatıra olmak üzere General Liman von Sanders’e verdi. Sanders de ona kırılmış saatinin yerine geçmek üzere kendi saatini verdi.
Mustafa Kemal ve askerleri, müttefikleri Gelibolu’yu alma ve ardından İstanbul’a yürüme girişimlerinden vazgeçmek zorunda bıraktı. Mustafa Kemal artık o zamanın kahramanıydı, Demir Salip Nişanı da dahil olmak üzere değişik madalyalarla ödüllendirildi. Miralaylığa terfi ettirildi ve bu terfisiyle ilgili olarak Enver’den bir kutlama mektubu aldı. Mustafa Kemal’in kendi kendine duyduğu güven önemli oranda güçlenmişti ve onun iç benliği için yüceltilmiş baba vazifesi gören liderler onu tanıma yoluna gitmişlerdi. Bundan daha önemlisi ise Mustafa Kemal’in iç hayalleri ile dış dünyanın gerçekliği bir araya gelmişti. Gelibolu’daki başarısı, gerçekliğe dayanan yüceltme ile onun kendi içinde taşıdığı büyüklük fikirlerinin birbirine uygun düşmesi imkanını tanımıştı.
Mustafa Kemal’in, Gelibolu’da elde ettiği zafer yoluyla bileğinin gücüyle büyük bir askeri şahsiyet olarak ün kazanmış olmasına rağmen, Enver Paşa ile İttihat ve Terakki ona gereken önemi vermedi ve hatta onu halkın gözünden uzak tutmayı başardılar. Kendisini İstanbul’un kurtarıcısı olarak görmesine karşın maruz kaldığı küçümsenme onda yeniden karamsarlık hisleri doğurdu. Enver Paşa onu 16. Kolordu’nun komutanı olarak Rus sınırına gönderdi. Mustafa Kemal doğu bölgesine doğru giderken yolda 1 Nisan 1916’da mirlivalığa terfi ettirildiği haberini aldı. Doğu cephesinde Mustafa Kemal askeri kariyerinde hızlı bir yükselme yaşadı. Mart 1917’de İkinci Ordu’nun komutanlığını üslendi. Bu görevi sırasında kendisinin kurmay başkanı olan Miralay İsmet (İnönü) ile arkadaşlığını tazeledi. İnönü daha sonra onun en yakın arkadaşı olacak ve onun ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanlığını yapacaktır.
Rusya’nın siyasi olarak çökmesi, doğu cephesiyle ilgili duyulan kaygının sona ermesi anlamına gelmekteydi, bunun üzerine Mustafa Kemal ile Miralay İsmet, Mustafa Kemal’in askeri mesleğine başlamış olduğu Münbit Hilal bölgesine gönderildiler. Bu bölgeyi Mısır’ın elinden almış olan İngilizler Osmanlı kuvvetlerini önlerine katmış sürmekteydiler. Mart 1917’de Bağdat İngilizlere teslim oldu. Mustafa Kemal Paşa bölgenin savunulmasıyla ilgili olarak ortaya koyduğu bütün planların Enver Paşa tarafından reddedilmesi üzerine kendi inisiyatifiyle cepheden ayrıldı ve İstanbul’a geri döndü.
Onu başından atma konusunda oldukça istekli olan Enver Paşa, Mustafa Kemal’i, Almanya’ya gerçekleştireceği ziyarette veliaht Vahideddin’e eşlik etmekle görevlendirdi. Bu ziyareti sırasında Mustafa Kemal, başlangıçta tahmin etmiş olduğundan daha ileri derecede Almanya’nın savaşı kaybedeceğine kani oldu. Askeri durumun çaresizliğine rağmen Mustafa Kemal Paşa hiçbir şey yapamıyordu.
Çok uzun zamandır onu rahatsız etmekte olan böbrek problemleri yeniden nüksetti, bunun üzerine önce tıbbi tedavi için Viyana’ya, arkasından da sağlığına kavuşması için Karlsbad’a gönderildi. Karlsbad’ta bulunduğu sırada padişah öldü ve yerine Vahideddin, VI. Mehmet ismiyle tahta geçti. Şimdi Mustafa Kemal’in yücelttiği baba çehresi haline getirmeye çalıştığı kişi padişahtı. İstanbul’da bulunmasının istendiğini bildiren bir telgraf ile tekrar İstanbul’a çağrıldı. Fakat bu çağrının arkasından hiçbir şey çıkmadı. Onun, VI. Mehmed’e duygusal yatırımda bulunması yanlış gerçekleştirilmiş bir hareketti; bu gerçek onu gerçekten karamsarlığa itti.
Padişahın kendisini Suriye’deki ordunun komutanı olarak atadığı haberini alınca perde arkasında bulunan kişinin hâlâ Enver Paşa olduğunu anladı. Suriye’deki Osmanlı ordusu darmadağınık durumdaydı ve bu atamanın Enver Paşa’nın işi olduğu çok açıktı. Sadece Enver Paşanın kendisini en son potansiyel olarak kariyer sona erdirici bir göreve göndermiş olmasına rağmen bu görevden Gelibolu’da elde ettiği zaferle başarılı olarak çıkmış olduğu bilgisi onu rahatlatabilirdi.
Suriye’deki durum askeri açıdan Mustafa Kemal Paşa’nın tahmin ettiğinden de kötüydü. Onun tek ümidi, mümkün olduğunca fazla sayıda Türk askerini kurtarabilmekti. Mustafa Kemal savaş planlarını hazırlarken Osmanlı ve İngiliz hükümetlerinin 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkes Antlaşması’nı imzalayarak anlaştıkları haberi geldi. Osmanlıyı yöneten Enver, Cemal ve Talât üçlüsü bir Alman gemisiyle Osmanlı İmparatorluğu’nu terk ettiler. Yeni kurulan kabine Mustafa Kemal’in arkadaşlarından ve onu takdir eden kişilerden oluşmaktaydı, ancak İstanbul’a çağrılmış olmasına rağmen istemiş olduğu Harbiye Nâzırlığı görevi kendisine verilmedi. Alman subaylarının ayrılışı için düzenlenen partide bir Alman subayı Türkler için savaşın sona ermiş olduğu yönünde bir konuşma yapınca, Mustafa Kemal, savaşın sona ermiş olmasının Almanlar açısından doğru olabileceğini, fakat Türkler açısından Türk bağımsızlık savaşının yeni başladığını söyledi.
Eğer durum böyle idiyse, İstiklâl Harbi kendisini hissettirme bakımından oldukça yavaş ilerliyordu. Olayların gelişimi karşısında umutsuzluğa kapılmış olan Mustafa Kemal, diğer taraftan hâlâ kendisinin muhteşem bir şahsiyete sahip olduğu fikrine sıkı sıkıya bağlı kalıyordu. Örneğin padişahın Mustafa Kemal’in hanedanlık ailesinden biriyle evlenmesini arzu ettiği kendisine haber verilince, saraydaki kadınlar tarafından "sarı gül” olarak bilinen Mustafa Kemal Paşa, bir aracının kendisine ilettiği saraya davet edilmesi teklifini, prensesle ancak kendi evinde görüşebileceğini söyleyerek geri çevirdi. Bu davranış, hem Mustafa Kemal’in büyüklüğünün bir ifadesiydi, hem de padişahın kendisine reva gördüğü muamele karşısında adeta onu azarlama niyeti taşıyan bir hareketti. Bu konu bir daha açılmadı.
Mustafa Kemal Paşa, İstanbul’da beklemeye devam ederken Türkiye’nin geleceğini, savaşı kazanmış olan İtilaf devletlerinin kendi aralarında kararlaştıracağını kesin olarak anladı. Eğer Türkiye kurtarılacaksa bu hareket Anadolu’da başlamak zorundaydı. Anadolu’da, kendilerini Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri olarak isimlendiren mahalli Türk grupları, Müslüman olmayan yerli halkın ortaya koyduğu yeni saldırganlıkla baş etmek için bir araya gelmekteydiler. Bir Karadeniz limanı olan Samsun’un iç bölgelerinde ortaya çıkan huzursuzluklar, Mustafa Kemal’e, Anadolu’da bir göreve atanmak için aramakta olduğu fırsatı sundu. Müttefikler Osmanlı hükümetini Anadolu’da düzeni sağlaması için sıkıştırıyor ve bunun yapılmaması durumunda bu işi kendilerinin yapacağı tehdidinde bulunuyorlardı. Dahiliye Nazırı bölgede düzeni sağlayabilecek kişi olarak sadrazama Mustafa Kemal’i önerdi. Enver Paşa’nın eskiden beri rakibi olması gerçeği, şimdi Mustafa Kemal’in yardımına koşmaktaydı. Padişah, sadrazamın, Samsun ve çevresindeki durumu incelemek üzere, Üçüncü Ordu genel müfettişliğine Mustafa Kemal Paşa’nın atanması yönünde yaptığı tavsiyeyi kabul etti.
Mustafa Kemal, Anadolu’yu kurtarmak için oluşturmakta olduğu planlarını uygulamaya koyabilmek için daha geniş yetkilere ihtiyaç duyduğunu fark etti. Bu noktada iyi talih sonunda yüzüne güldü. Harbiye Nazırı Mustafa Kemal’i atanmasına resmiyet kazandırmak için Erkân-ı Harbiye’ye gönderdi. Orada Mustafa Kemal yetkilerini genişletmek için arkadaşlarından biri olan Erkân-ı Harbiye Reisi’yle birlikte bir çalışma yaptı. İkisi, ona bütün Anadolu çapında emirler yayınlama yetkisi veren ve eyalet valilerinin onun emirlerine itaat etmesini zorunlu kılan bir belge hazırladılar. Erkân-ı Harbiye Reisi belgeyi imzalatmak üzere Harbiye Nazırı’na götürdüğünde, nazır ona belgeyi okuttu. Nazır belgenin Mustafa Kemal Paşa’ya olağan üstü yetkiler verdiğinin farkındaydı. Resmi mührünü Erkân-ı Harbiye Reisi’ne atarak ona belgeyi mühürlemesini söyledi, böylece Mustafa Kemal Paşa’ya geniş kapsamlı yetkiler verilmesi sorumluluğunu kendi üstüne almaktan kaçınmış oluyordu. Dahiliye Nazırı, kabine tarafından kabul edileceği yönünde güvence vererek, sadrazamın belgeyi imzalamasını sağlayınca Mustafa Kemal’in projesinin önündeki son engeller de ortadan kaldırılmış oldu.
Bundan sonra padişah Mustafa Kemal Paşa’nın Umumî Müfettiş olarak atanmasını 30 Nisan 1919 tarihinde onayladı. Kendisinin dışarıdaki dünyanın gerçekliğini kendi iç gerçekliğinin büyüklüğüyle uygun hale getirmeye ihtiyaç duyması; arkadaşlarının ona destek vermede istekli olmaları ve tamamen iyi şansın ondan yana olması faktörlerinin bir araya gelmesiyle Mustafa Kemal Paşa şimdi büyük olmanın eşiğinde durmaktaydı.
Mustafa Kemal kendi çalışma ekibini oluşturmaya başladı. Yunan askerlerinin 15 Mayıs günü İzmir’e çıkmaları onun görevinin ne kadar acil olduğunu ortaya koymaktaydı. O günün akşamında Mustafa Kemal Paşa annesiyle vedalaştı. Annesini ve kız kardeşini Şişli’de geleneksel bir akşam yemeğinde ağırladı. Yemek sırasında bacaklarını altlarına alarak yastıklar üzerine oturdular. Annesi, Balkan Savaşları sırasında, düşmanların eline geçmeden önce Selanik’ten ayrılmıştı.
Annesine o kadar yakın olmayı istemesinin yanında, ondan ayrılmak için can atması gibi karışık duygular içinde olması yüzünden o akşam Paşa için çok zor geçti. Diğer taraftan o, çocuklarını kaybetmiş olmaktan dolayı matem tutan annesinin duygularını tamir etmeyle yine yas tutan ulusu kurtarma ve duygularını tamir etme konularını bilinç altında bir araya getirmeye başlıyordu. Bu, hayatının geri kalan kısmında onun hiç peşini bırakmayacak olan değişmez bir tema olacaktı.
Ayın 16’sında Mustafa Kemal padişah tarafından kabul edildi. Görüşmelerinin sonunda padişah kendisine üzerinde imparatorluk nişanının bulunduğu altın bir cep saati verdi. O akşamın daha geç saatlerinde Mustafa Kemal Paşa ve maiyeti, İstanbul’dan ayrılmak üzere İngiliz yetkililerden izin aldıktan sonra Bandırma adını taşıyan eski bir buharlı yük gemisine bindiler ve Samsun’a doğru yola çıktılar.
Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları 19 Mayıs 1919 günü Samsun’a ayak bastılar. Bu olay, onun hem gerçek dünyasında hem de iç dünyasında o kadar önemli bir olaydı ki, daha sonra bir ansiklopedi için onun hayatıyla ilgili bir madde hazırlanırken kendisine doğum günü sorulduğunda Samsun’a çıktığı günü doğum günü olarak verecekti. Neredeyse bir hafta önce gerçekleştirilmiş olan Yunanlıların İzmir’e çıkması olayı, Yunanlıların kendilerinin olarak gördükleri Küçük Asya’daki (Anadolu’daki) toprakları yeniden ele geçirme yolunda atılan ilk adım olarak düşünülmüştü. Samsun’a çıkış da İstikbâl Harbi’nin ilk adımı olacaktı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’na katıldığı andan itibaren aşırı derecede zayıflamış olduğu, o zamanlar birçok gözlemci açısından çok açık olan bir gerçekti. İmparatorluk içinde gıda maddeleri, silah ve mühimmat yetersiz düzeydeydi. Merkezi hükümetin Anadolu’da işgalci kuvvet konumundaki Yunanlılara karşı direnişi teşkilâtlandırabilmek için elinde çok az şey bulunmaktaydı. Müdafaa-i Hukuk cemiyetleri çok dağınık durumdaydı ve bütüncül bir liderliğe sahip değillerdi. Ancak Anadolu’da hâlâ iyi şekilde işleyen tek şey, Sultan II. Abdülhamid tarafından kurulmuş olan telgraf sistemiydi. Mustafa Kemal Paşa harp sırasında bu sistemi en mükemmel şekilde kullanacaktı.
Mustafa Kemal Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’ndan kalan toprakların parçalanması konusunda kararlı olan işgalci güçlere ve müttefik kuvvetlerine karşı gerçekleştirilecek mücadelenin, kendi komutası altında ulusal bir hareket olması gerektiği kanısına varmıştı. Fakat kendi planlarını kamuoyuna duyurmanın zamanı henüz gelmemişti. Kendisini hâlâ, padişahın İstanbul’u işgal etmiş olan Müttefik kuvvetlerin kontrolü altında bulunduğu bir dönemde, halkını kurtarmak için mücadele eden biri olarak sunmaktaydı. Bu örtü altında sahip olduğu asıl fikir, dili Türkçe ve dini İslam olan bütün halklar için, milliyetçilik temeline dayandırılmış egemen ve bağımsız bir Türk devleti kurmaktı. Bu önemli kavşak noktasında Mustafa Kemal, hâlâ ulemanın desteğine ihtiyaç duymaktaydı; günümüze kadar gelen bir fotoğrafta o alimlerle birlikte ibadet ederken görülmektedir. Daha sonra laiklik onun politikasının temel noktalarından biri haline gelecekti.
Samsun’dan sonra Mustafa Kemal Paşa ile maiyetindekiler içerilere doğru hareket ettiler. Ona başkente geri dönme emri veren padişahın hükümetinden gelen mektuplar da onların peşlerinden geldi. O sadece gelen bu telgrafları görmezlikten geldi. Eyalet valilerine gönderilen emirler, onlara Mustafa Kemal’in görevden alındığını, bu yüzden kendisinin verdiği emirlere uymak zorunda olmadıklarını bildiriyordu. Onu tutuklamak üzere bir ajan da gönderildi. Padişah geri dönmesi ya da istifa etmesi konusunda kendisine baskıda bulunuyordu. İstifa etmek, Mustafa Kemal Paşa açısından oldukça rahatsızlık verici bir meseleydi. İlk gençlik yıllarından beri muhteşem olarak algıladığı kendi imajını cisimleştiren askeri üniformalar giymekteydi. İstifa etmek, onu düşmanlarından koruyacak resmi bir görevinin kalmaması anlamına gelecek ve kendine duyduğu saygı ciddi oranda azalacaktı. Aynı zamanda herhangi bir resmi statüsü kalmaması durumunda ona kim itaat edecekti? Onun talihinin en dibe vurduğu noktada, Mustafa Kemal’in ve modern Türkiye Devleti’nin tarihinde belirleyici nitelikte olacak çok önemli bir olay meydana geldi.
Padişah tarafından görevden alınma ya da kendisinin istifa etmesi seçenekleriyle karşı karşıya kaldığı noktada, doğu Anadolu bölgesinde yer alan Erzurum’da bulunduğu bir sırada 8 Eylül 1919 tarihinin akşamında saat 10: 50’de Mustafa Kemal Paşa ordudaki görevinden istifa etti. Böylece yetişkinlik çağı boyunca ilk defa sivil bir kişi durumuna düşmüş oldu. Bütün ümitleri, artık bölgede 15,000 Osmanlı askerine komuta etmekte olan Kazım Karabekir’e bağlanmıştı. Kazım Paşa’nın bir süvari müfrezesiyle birlikte Erzurum’a yaklaştığı haberi kendisine ulaştı.
Mustafa Kemal’in bulunduğu binaya ulaştıktan sonra süvari müfrezesi dikkat konumuna geçti ve Kazım Paşa’yı selamladı. Paşa da selama karşılık verdi ve Mustafa Kemal Paşaya şunları söyledi: "Paşam, ben sizin emrinizdeyim. Kendim, askerlerim ve askeri heyetim. Hepimiz senin emrindeyiz.” Sivil bir kişi olsa da artık Mustafa Kemal’in emrinde askerler bulunmaktaydı. 19 Mayıs 1919 tarihi ile 29 Ekim 1923 tarihi arasında cereyan eden birçok önemli olay arasında bu olay en belirleyici olanıydı.
İstifa etmesi, Mustafa Kemal’i padişaha karşı görev duygusundan kurtarmış ve böylece onu isyan hareketi gerçekleştirme tehlikesinin dışında tutmuştu. Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin Erzurum şubesinin yürütme kurulunun başkanı olarak Mustafa Kemal, 23 Temmuz tarihinde Erzurum’da toplanan Müdafaa-i Hukuk Cemiyetlerinin kongresine katıldı ve kongrenin başkanlığına seçildi. Hâlâ kendisini padişahı müttefik yetkililerinin etkisinden kurtarmak için çaba gösteren biri olarak sunmaktaydı. Erzurum Kongresi’nde yapılan çalışma sonunda Erzurum Deklarasyonu yayınlandı. Bu belge, Mustafa Kemal’in başkanlığında Eylül ayının 4’ü ile 11’i arasında Sivas’ta toplanacak olan Sivas Kongresi tarafından Misak-ı Milli’nin (28 Ocak 1920) yayınlanmasını önceden haber veren bir belgeydi. Bu belgeler, Osmanlı ‘sınırlarının’ korunması ve ihlal edilmemesi (yani 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesinin imzalandığı tarihte Türklerin yaşamakta olduğu Osmanlı toprakları Türklerin elinde kalmalıydı), Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan azınlıkların sahip olduğu ve kapitülasyonlar olarak bilinen özel hakların ortadan kaldırılması ve Türkler için self-determinasyon ilkesinin uygulanması çağrısında bulunmaktaydı.
Başlangıçta Mustafa Kemal’in Anadolu’ya gönderilecek Genel Müfettiş olarak seçilmesini destekleyen ve daha sonra Mustafa Kemal Paşayı görevinden alma teşebbüsünde bulunan Damat Ferid Paşa 2 Ekim 1919 tarihinde sadrazamlık görevinden alındı. Yeni sadrazam Mustafa Kemal’in Osmanlı Millet Meclisi için yeni seçimler yapılması çağrısına rıza gösterdi. 12 Ocak 1920’de İstanbul’da toplanan Mecliste Kemalist milliyetçiler en büyük siyasi grubu oluşturmaktaydı. 28 Ocak günü Meclis, tam bağımsızlık ve topyekun egemenlik çağrısında bulunarak Misak-ı Milli’yi kabul etti.
Sonunda Mustafa Kemâl, dikkatini, Fransız askerlerinin Güneydoğu Anadolu’da bulunması gibi askeri meselelere çevirme fırsatı buldu. Onun askeri kuvvetleri Fransızları Maraş’ta durdurdular. Bunun arkasından Müttefik kuvvetleri 16 Mart 1920 tarihinde İstanbul’u işgal ettiler. İngilizlerin yardımıyla Damat Ferit Paşa sadrazam olarak geri döndü. Paşa, Meclisi dağıttı ve dindar insanlara Mustafa Kemal’i ve işbirlikçilerini görüldükleri yerde vatan hainleri olarak öldürme emri veren bir ferman yayınladı. Mustafa Kemal 27 Aralık 1919’da Ankara’ya hareket ettikten sonra zaten faaliyetlerini bu şehre kaydırmış durumdaydı. Ankara değişik nedenlerden dolayı seçilmişti; bu nedenler arasında tren yollarının ulaştığı bir nokta olması ve Türkleri müttefik donanmalarının topa tutmasından koruyacak derecede iç bölgelerde yer alması da bulunmaktaydı. Mustafa Kemal’i destekleyenler kısa sürede Ankara’ya akmaya başladı; gelenler arasında İsmet (İnönü) de bulunmaktaydı. Mustafa Kemal, kendisini padişahtan ayırarak kendi hareketinin bayrağını açma yoluna gitti. Ankara’da bir Millet Meclisi’nin toplanması için çağrıda bulundu ve bu Meclis Büyük Millet Meclisi adı altında 23 Nisan 1920’de Ankara’da toplandı. Bir sonraki gün Mustafa Kemal Meclis başkanlığına seçildi. Sadece Büyük Millet Meclisi’nin Türkiye adına hareket etme yetkisine sahip olduğu ilan edilerek yabancı güçlere bu yeni siyasi gerçek bildirildi. Ardından 24 Mayıs 1920 tarihinde padişahın hükümeti Mustafa Kemal’i ve arkadaşlarını gıyaplarında mahkum etti ve onları ölüm cezasına çaptırdı. Ölüm cezası imparatorluğun en üst din görevlisi olan şeyhülislam tarafından yayınlanan bir fetvayla desteklendi. Bâb-ı Fetva ile Mustafa Kemal karşı karşıya gelmişlerdi.
Bu dönemde Ankara’daki milliyetçilerin aldıkları haberlerin çoğu kötüydü. 11 Mayıs tarihinde Müttefikler, Sultanın hükümetine, Osmanlı Devleti’ni elinde bulunan çoğu toprak parçasından mahrum bırakan bir anlaşma taslağı ilettiler. Türk hâkimiyetine büyük bir darbe indiren bu anlaşma Mustafa Kemal’in işine yaradı. Bu küçük düşmeyi ortadan kaldırabilecek tek kişi olarak o görülmekteydi. Müttefikler İzmir’deki Yunan kuvvetlerine ellerinde tuttukları toprakları genişletme izni verdiklerinde ve onlar da bu yöndeki hareketlerine 22 Haziran tarihinde başladıklarında Mustafa Kemal’in konumu daha da güçlendi. 8 Temmuz’da Yunanlılar Bursa’yı aldılar ve Türkleri Ankara’ya doğru çekilmek zorunda bıraktılar. Mustafa Kemal Ali Fuat’ı (Cebesoy) kendisinin askeri komutanlığından aldı ve onu Büyük Millet Meclisi hükümetinin büyükelçisi olarak Moskova’ya gönderdi. Sovyetlerden mali ve askeri destek elde etmek için çaba gösteren milliyetçiler, topraklarında Ermenilerin kendi devletlerini kurma çabalarına karşı gösterdikleri direnişi daha da sertleştirdiler. Ermenilerle Türk milliyetçileri 3 Aralık 1920 tarihinde Gümrü Antlaşması’nı imzalarken Sovyetler uzaktan seyretti. Ardından Sovyetler Ermenistan’ı bir Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olarak ilan ettiler. Böylece Türkiye’nin doğu sınırı bu şekilde geleneksel Arpaçay ve Aras nehirlerinin çizdiği sınır olarak belirlendi. Bundan sonra da 16 Mart 1921 tarihinde Sovyetler ile Türk milliyetçileri, Batum’u Sovyetlerin eline bırakan Moskova Antlaşması’nı imzaladılar.
Mustafa Kemal, aynı zamanda ülkenin batısındaki durumla da ilgilenmek zorundaydı. Yunanistan’ın içindeki siyasi meseleler ciddi şekilde kötüleşmişti.
Kral Alexander’ın ölümünden kısa süre sonra Venizelos hükümeti görevden uzaklaştırıldı. 6 Aralık tarihinde gerçekleştirilen halk oylaması 1917 yılında tahttan indirilmiş olan Alexander’ın babası Constantine’i kral olarak tekrar iş başına getirdi. Constantine, 1917 ile 1920 yılları arasında tasfiye edilmiş olan subayların birçoğunu tekrar iş başına getirdi. Bu kişiler arasında Anadolu’daki Yunan kuvvetlerinin genel komutanlığına getirilecek olan General Papoulas da vardı.
General Papoulas, 1921 yılının Haziran ayının başında Ankara yönünde Bursa’nın batısında yer alan Eskişehir vilayetindeki Miralay İsmet’in (İnönü) kuvvetlerine karşı bir saldırı gerçekleştirilmesi emrini verdi. İsmet Bey Eskişehir’den çekilmeye hazırlandığı bir sırada bazı nedenlerden dolayı Yunan kuvvetleri avantajlı konumlarından yararlanarak İnönü’deki tren istasyonuna karşı harekete geçmediler. Yunan kuvvetlerinin geri çekilmesi Türklerin bir zaferi olarak karşılandı, bugün bu savaş Birinci İnönü Savaşı olarak bilinmektedir. 1 Mart 1921 tarihinde İsmet Bey kendisine Paşa unvanının verilmesiyle generallik rütbesine terfi ettirildi. 1934 yılında Türklerin soyadı almasını zorunlu kılan kanun çıkarıldığında İsmet Paşa, İnönü soyadını alarak bundan sonra İsmet İnönü olarak bilinmeye başladı.
Bu arada İngiliz Başbakanı ve Yunanlıların destekçisi olan Lloyd George ile Müttefik yetkilileri, Türkleri ve Yunanlıları, aralarındaki silahlı mücadeleyi sona erdirmek üzere Sevr Antlaşması’nda gerçekleştirilecek bazı değişikliklere razı etmeye çalıştılar. 1921 yılının Şubat ayında bir toplantı gerçekleştirildi, fakat Müttefiklerin Anadolu’daki mevcut durumun Türk milliyetçilerinin lehine değiştiğini anlamamalarından dolayı bu girişim başarısız oldu. Anadolu’daki bu değişikliği ortaya çıkaran faktörlerden bir tanesi, Mustafa Kemal’in Sovyetlerle kurduğu, Türk tarafının işine yarayan ilişkiydi. Sovyetler Ankara’ya askeri ikmal malzemesi ve danışman sağlamasaydı, Türk milliyetçileri çok daha tehlikeli bir durum içinde olabileceklerdi.
Yukarıda bahsedilen Londra toplantısının başarısızlıkla dağılmasından sonra Kral Constantine Türklere karşı yeni bir saldırı başlatılması emrini verdi. 27 Mart tarihinde İkinci İnönü Savaşı başladı ve üç günlük yoğun bir çatışmanın ardından zafer yine Türklerin oldu. Yenilgilerden yılmayan Yunanlılar, Haçlı Savaşlarından beri Anadolu’ya ayak basan ilk Hıristiyan yöneticisi olarak Kral Constantine’in de aralarında bulunmasıyla 10 Haziran’da saldırılarını yeniden başlattılar. Başlangıçta başarılı olarak ilerleyen şiddetli bir Yunan saldırısıyla karşı karşıya kalan Mustafa Kemal, Ankara yönünde sistematik bir geri çekilme emri verdi. Büyük Millet Meclisi’nde ona muhalefet eden sesler duyuldu. Mustafa Kemal, tam otoriteye sahip olması şartıyla üç aylık dönem boyunca ordunun başkomutanı olmayı kabul edeceğini söyleyerek muhalifleri bastırmaya çalıştı. 5 Ağustos 1921 tarihinde Büyük Millet Meclisi bu yetkiyi kendisine verdi. Mustafa Kemal Meclis üyelerine başarılı olacağı yönünde söz verdi. Onun karizması bütün ulusu bir araya getirdi; kadın-erkek, genç-yaşlı herkes ulusu savunma adına birlikte çalıştı.
Mustafa Kemal, padişahın hükümetinin Erkân-ı Harbiye reisliğini bırakarak Ankara’ya gelmiş olan çok güvendiği arkadaşı Fevzi (Çakmak) ile birlikte Ankara’nın 100 kilometre batısında yer alan (İskender’in Gordiyon’un düğümünü kestiği yer olan) Polatlı’ya gitti. Burada Türkler 23 Ağustos günü başlamış olan Yunan saldırısına karşı Sakarya Savaşı’nı verdiler. Savaş 13 Eylül’e kadar sürdü, sonuçta Yunanlıların Ankara’yı ele geçirmeleri engellendi. Büyük Millet Meclisi, yaptığı oylamayla Mustafa Kemal’e, savaş alanında Müslüman olmayanlara karşı savaşan kişi anlamına gelen Gazi unvanını verdi. Osmanlılar açısından bu unvan ilk padişahlara kadar uzanan bir silsile oluşturmaktaydı. Mustafa Kemal açısından bu unvanın özel bir çekiciliği vardı; bu olaydan bir süre sonra bu unvanı imzasının bir parçası olarak kullanacaktı. Bu, içselleştirdiği ‘küçük Mustafa’nın’ Gazi Mustafa Kemal, yani mükemmel bir kişi haline geldiği anlamını taşımaktaydı. Uzun bir aradan sonra, yas tutan annesini derdinden başarılı bir şekilde kurtardığını ve aynı zamanda ulusunun da kurtarıcısı haline geldiğini hissedebilirdi. Küçükken yaşadıklarına ve eksikliklerine karşı kendisini savunmada ona yardımcı olan içindeki muhteşem benlik ile gerçek dünyada kendisinin mükemmel bir Gazi olarak sivrilmesi, çok uzun zamandır içinde yaşamakta olan ‘küçük Mustafa’nın’ artık huzura kavuşmasını sağlamıştı.
Şimdi Mustafa Kemal’in muhteşem benliğiyle kendi gerçek dünyasında elde ettiği üstünlük arasında ortaya çıkan uyum, annesinin kendisine katılmak üzere İstanbul’dan Ankara’ya gelmesini istemesini mümkün kılmıştı. Bundan sonra her sabah Türklerin geleneksel olarak gerçekleştirdiği gibi annesinin elini öpecek, yani anneye hürmetini gösterecek, ondan sonra babasının yaptığı gibi günlük işlerine gidecekti. Bu şekilde onun uzun süredir koruduğu, önce mahalledeki dini okula gidip ardından da Batılı tarzdaki bir okulda eğitim alış hatırasının yeniden canlanması; onun, bilinç altında kendisini ‘kötü ana’ imajından uzaklaştırarak, idealize ettiği anne-Türk ulusu-imajını tamir ettiği kanaatine ulaşmasını sağladı.
İşte onun bu kendi kendine hayran olmasının tamir edici (tazmin edici) yönü, en şiddetli düşmanlarını bile onun olağanüstülüğünü tanımaya sevk etmiştir. Bu, aynı zamanda onun Türk ulusunu modern dünyaya taşımasını sağlayan özellikti.
Yunanlıları Sakarya’da yenilgiye uğrattıktan sonra, Türklerin Yunanlıları Anadolu’dan söküp atabilmesi için aradan bir yıl daha geçmesi gerekecekti. Yunanlılara karşı nihai saldırı 26 Ağustos 1922 tarihinde başlatıldı. Eskişehir’e karşı düzenlenen aldatıcı bir saldırıdan sonra Mustafa Kemal asıl saldırıyı Afyon’da bulunan en güçlü Yunan mevzilerine karşı gerçekleştirdi. Yunan kuvvetleri dağılıp kaçarken Türk kuvvetleri de arkadan onları takip etti. 30 Ağustos günü Mustafa Kemal’in bizzat kendisi daha sonra Başkomutanlık Meydan Muharebesi olarak isimlendirilecek olan muharebede Türk askerlerine komuta etti.
Mustafa Kemal’in büyüklüğü, başkalarının cesaret kırıcı gerçekler olarak görecekleri şeyleri onun imkanlar olarak algılamasını sağlamıştı. O, kendisini, etrafından anavatan tarafından sarmalanmış, koruyucu bir örtüyle örtülmüş, yenilmez biri olarak görmekteydi. Bu şekilde kendi askerlerine de ümit duyguları aşılayabiliyordu. 31 Ağustos’ta yayınladığı günlük savaş emrinde askerlerine şu emri vermişti: "Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz, ileri!” Yunan ordusu telaşla İzmir’e doğru geri çekilirken Yunanlıların önde gelen komutanları esir edildi. Mustafa Kemal’in Yunanlıları İzmir’den atmak için 14 günün yeteceği tahminini bir gün aşacak şekilde 9 Eylül günü Türk ordusu İzmir’e girdi, bir gün sonra da Mustafa Kemal İzmir’deki Türk kuvvetlerine katıldı.
Türkiye’nin geleceği sorunuyla karşı karşıya kalan Mustafa Kemal, İsmet Paşayı (İnönü) Müttefikler tarafından Mudanya olarak isimlendirilen konferansa gönderdi. Konferans 3 Ekim 1922 tarihinde başladı ve ayın 11’ine kadar sürdü. Doğu Trakya’daki Meriç nehrine kadar olan toprakları Türklere veren bir ateşkes anlaşmazı imzalandı. Böylece savaşın bitmesiyle birlikte Atina’da gerçekleştirilen bir ayaklanma Kral Constantintine’in yeniden sürgüne gönderilmesini sağladı. Ardından da İngiltere’de Lloyd George iktidardan düştü, yerine Bonar Law İngiliz başbakanı oldu. Bu arada Mustafa Kemal de Ankara’ya döndü ve orada sonuçları uzun dönemli olacak bir kararın alınmasını sağladı. Mustafa Kemal’in, halifeliğin saltanattan ayrılması ve ardından saltanatın kaldırılması kararının alınmaması durumunda "bazı kafaların uçurulacağı” tehdidi karşısında, Büyük Millet Meclisi saltanatı lağveden kararını aldı. Herhangi bir hanedanın yaşayabileceği en muhteşem dönemleri de yaşayan Osmanlı İmparatorluğu, böylece altı yüzyıl ayakta kaldıktan sonra tarihin sayfalarına tevdi edilmiş oldu.
VI. Mehmed Halife olarak görevini devam ettirmekteydi, fakat onun İstanbul’daki varlığı milliyetçiler açısından problem oluşturmaktaydı. Eskinin padişahı ve o günün halifesi olan VI. Mehmed, İngilizlerden kendisini İstanbul dışına çıkarmalarını isteyerek söz konusu problemi kendisi çözmüş oldu. İngilizler onu bir İngiliz gemisiyle uzaklaştırarak ona lütufta bulunmuş oluyorlardı. Sonunda padişah San Remo’ya yerleşecek ve orada 1926 yılında vefat edecekti. Yeğeni Abdülmecit 1 Kasım 1922 tarihinde Büyük Millet Meclisi tarafından yeni halife olarak seçildi.
Mustafa Kemal açısından hem siyasi hem de kişisel olaylar hızla gelişmişti. 14 Ocak 1923’te annesi vefat etti. Hem kendisine yakın hem de kendisinden uzak olmak istediği görkemli şahsiyetten sonunda bu şekilde kurtulan Mustafa Kemal, Batıda eğitim görmüş bir Türk kadını olan ve İzmir’in en zengin ve güçlü ailelerinden birisine mensup bulunan Latife Hanımla 29 Ocak günü evlendi. Mustafa Kemal’in yabancı ya da Türk birçok kadınla ilişkisi olmuştu, fakat bunlardan hiçbiri onun ortaya çıkmakta olan modern Türk kadını için aradığı bir örnek oluşturmuyordu. Latife Hanım, bu beklentileri karşılamaya çalışan bir kadındı, fakat aynı zamanda Mustafa Kemal’in hayat tarzını değiştirmek ve onu kontrol etmek istediği için onda hoşnutsuzluk da yaratacaktı. Evlilikleri 5 Ağustos 1925 tarihinde (dini çerçevede gerçekleştirilmiş bir talâkla) sona erecekti.
Düğünden sonra Mustafa Kemal’in Ankara’da yapması gereken başka şeyler de bulunmaktaydı. Uzun süreden beri toplanacağı vaat edilen, Türkiye’nin geleceği konusunu ele alacak olan konferans, 21 Kasım 1922 tarihinde Lozan’da toplandı. Konferansa 4 Şubat 1923’te ara verildi, ardından 23 Nisan’da yeniden toplandı. İsmet İnönü’nün becerikli bir şekilde yürüttüğü epeyce söz mücadelesinden sonra bir anlaşma tasarısı hazırlandı ve 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalandı. Bu anlaşma 23 Ağustos günü yeni seçilmiş Büyük Millet Meclisi tarafından onaylandı. Türkiye’nin şimdi tam egemen bir ulus olarak tanınması ve Müttefik askerlerinin 2 Ekim’de İstanbul’dan çekilmesiyle birlikte Mustafa Kemal, yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması için harekete geçti. Cumhuriyet 29 Ekim 1923 günü ilan edildi, ilk cumhurreisi olarak da Mustafa Kemal seçildi.
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, ardından yeni cumhuriyetin laikleştirilmesi için yoğun bir çabaya girişti. 3 Mart 1924 tarihinde halifelik kaldırıldı, Osmanlı hanedanının geri kalan üyeleri sürgüne gönderildi, dinî okullar kapatıldı ve dini teşkilât devletin kontrolü altına alındı.
Alınan bu önlemlerde Mustafa Kemal’in temel kaygılarını görmekteyiz. İlgilendiği bu temel konular laiklik ve eğitimdi. Onun ümidi ve beklentisi, laikliği de içeren modernleşme sürecinin önce eğitim görmüş şehir seçkinleri arasında gerçekleşmesi ve ardından diğer şehirli gruplar arasında ve en sonunda kırsal kesimde yaygınlık kazanmasıydı.
Aynı sürecin eğitim alanında da gerçekleşmesi ümit ediliyordu, fakat bu alanda olumsuz etki doğuran başka faktörler de bulunmaktaydı.
Bu faktörlerden bir tanesi, cumhuriyetin elinde, sürekli artmakta olan eğitim ihtiyacını karşılayabilmek için, ülke çapında yeterli olacak düzeyde okul ve sınıf inşa etmeye yetecek ekonomik kaynağının bulunmamasıydı. Ayrıca kırlık kesimde görev almayı kabul edecek öğretmen, özellikle de kadın öğretmen sıkıntısı çekilmekteydi.
Sonunda ikili modernleşme ve eğitim sürecinin bütün halka yayılması yerine, kırlık kesim büyük kitleler halinde şehirlere göç etti; bu da kıyafet ve davranış da dahil olmak üzere özellikle dini eğitim ve görenekler alanında daha fazla dini serbestlik tanınması talebinin ortaya çıkmasına neden oldu. Nutuk’unda Atatürk, milletin geleceğini gençliğe emanet ettiğini belirtmiştir. Modernleşmenin, eğitimin ve devletin geleceği konusunda dinin sahip olacağı rolün ortaya çıkardığı çok önemli ivedi meselelere Türkiye gençliğinin nasıl tepki vereceği, cevabı merakla beklenen bir konu olma özelliğini korumaktadır.
Prof. Dr. Norman ITZKOWLTZ
Princeton Üniversitesi /Amerika Birleşik Devletleri

Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 16 Sayfa: 411-422

Kaynaklar :
1. Aydemir, Şevket Süreyya, Tek Adam: Mustafa Kemal’in Hayatı, 3 cilt, (Remzi Kitabevi, İstanbul, 1969).
2. Kinross, Lord, Ataturk: The Rebirth of a Nation, (Weidenfeld and Nicolson, Londra, 1964).
3. Mango, Andrew, Ataturk, (Overlook Press, Woodstock, NY, 2000).
4. Volkan, Vamik D. and Itzkowitz, Norman, The Immortal Ataturk: A sychobiography.
Atatürk, Mustafa Kemal, Nutuk, (AKDTYK, Ankara, 1989).
5. Sonyel, Salahi, Ataturk-The Founder of Modern Turkey, (Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1989).
6. S. Anderson, The Eastern Question, (Macmillan, London, 1972). 8) Georges-Gaulis, Berte, La Nouvelle Turquie, (Armand Colin, Paris, 1924).
7. Edip, Halide, The Turkish Ordeal, (John Murrary, London, 1926).
8. Heper, Metin, İsmet İnönü: The Making of a Turkish Statesman, (Brill, Leiden, 1998).

20 Temmuz 2018 Cuma

MİLLİ DAVA KIBRIS "Kıbrıs Barış Harekâtı'nın 44. Yıl dönümü Nedeniyle" KKTC Hiç Bir Barış veya Güvenlik Sorunu Olmayan KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ hakkında (HATIRLATMA VE ANMA MAHİYETİNDE) Özel Yayın, Yakın tarihten hatıralar, ibret tabloları ve ihanet furyaları!..


"VURUN KAHPELER, KIBRIS'A VURUN" ADLI KİTAP VE MİLLİ DAVA KIBRIS!.. 
Halis ve hakiki Türk Mücahit,  AYŞE KOCATÜRK (Emete Gözügelli) tarafından yazılan kitap hakkında...
Mustafa Nevruz SINACI
-I-
Eğer dikkat ederseniz sizlere ‘ilk defa’ bir kitap tanıtımı ve tavsiyesinde bulunduğumu göreceksiniz. Elbette bu, eser, ilim ve hizmete saygısı olan her yazarın işi. Fakat öncelikle, bu şerefli, şanlı, onurlu ve sorumlu iş aziz Üstat, Sevgili ve Değerli Prof. Dr. İSA KAYACAN’a ait. Asla üstadın alanına girmek istemediğimden ve kendisine duyduğum çok büyük saygı ve şükrandan dolayıdır ki, bu güne kadar “nadir ve nadide” alanına girmek istemedim. İstisnalar hariç girmek de istemem. Fakat kendisi çok cesur, samimi bir Türk, derin bir ilim-irfan, yüksek ahlâk ve fazilet sahibi “gerçek bir mücahit” ve Anavatan Anadolu gazetelerinin tam yerinde, isabetli-doğru deyimi ile O, bir “ASENA”; Ve bizim bütün kalbimizle inandığımız, “Milli Dava Kıbrıs” konusunda “tek referans” sıfatıyla güvendiğimiz, elimizden geldiği ve gücümüzün yettiği kadar destek olmaya çalıştığımız; Kendisine “Türk Milleti ve Milli Dava” adına minnettar ve müteşekkir olduğumuz bir KAHRAMAN…
Bizler, Anavatan da “Milli Dava Kıbrıs” uğruna yıllardır elimizle, dilimizle, kalem, imkân, kaynak, kalbi yakınlık, sahiplik ve samimi bir aşkla; Yüreğimizle-bileğimizle, olanca gücümüzle, kendimizi bildik bileli mücadele veren “Türk Dünyası ve Kıbrıs Davasına” gönül vermiş insanlarız. Aramızda, 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı hakkında Yunan mahkemelerinde vaki, Barış Harekâtının haklılığı ve uluslar arası hukuka uygunluğunu tasdik eden davalar ile Türk Dışişlerinin (muhtemelen) bihaber olduğu kararları ortaya çıkaran Prof. Dr. İsa Kayacan, 83 yıllık ömrünün neredeyse dörtte üçünü Kıbrıs davasına adamış Şahabettin Yücel, 1974 yılı Barış Harekâtı’nda “Türk Ordusu Kıbrıs’ın tamamı alınmadan ve tümüyle adada adalet ve barış sağlanmadan çıkmasın” diye (DP Genel Başkanı iken) haykıran Ferruh Bozbeyli, Kıbrıs davasının Gazi Mareşâl Mustafa Kemâl ATATÜRK ile ilgisini kuran ve bu alanda çok değerli kitaplar yayınlayan Behzat Şaşal gibi, vefakâr ve fedakâr bilim ve devlet adamları var. Bizler, bu “çok değerli, tarihi önemi haiz ve yakın tarih ile Kıbrıs davasının destanı” niteliğini haiz eseri okuduk. Bu özlü tanıtım ve samimi takdimi okuyan ve eserden haberdar olan bütün “Yavru Vatan Kıbrıs Sevdalılarının” da; Kitabı mutlaka almaya-temine ve dikkatle okumaya; Milli Dava Kıbrıs’a yürekten ve inançla, bilinçle sahip çıkmaya davet ediyoruz.
KENDİ KALEMİ İLE VE KENDİ DİLİNDEN:
Yazar Adı: Ayşe KOCATÜRK Yazar İletişim: ayse_kocaturk@hotmail.com
Günlerden 12 Nisan 2007. Milliyetçi dernekler ülkede meydana gelen gelişmeleri ele almak ve eylemler yapmak için toplanırlar. Vakit gelmiştir. Birden toplantı odasının kapısı çalar ve içeriye biri girer. Aynı anda salonun dört bir tarafını büyük bir sessizlik sarar. Herkes büyük bir şok etkisi içerisindedir. Gelene bakarlar ve gördüklerine inanamazlar... Odadakiler gözlerini ovuşturur ve tekrar ovuşturur... Odadan içeri giren Kıbrıs Türkü’nün ölmez tek lideri Dr. Fazıl Küçük’tür. Küçük, “Geri geldim. Sizleri toplantınızda yalnız bırakmak istemedim. Lütfen konuşmalarınıza devam edin” der... Üzerlerinden şoku atan milli dernek yetkilileri birden hararetli konuşmalara başlarlar. Genel Başkan sözü alır, yaptıkları birçok işleri dile getirmeye çalışır. Sonra diğer bir milliyetçi dernek yetkilisi sözü alır, kendi faaliyetlerinden bahseder, nihayet konuşmaların sonunda mevcut hükümeti protesto amaçlı bir etkinlik düşünürler ama bunu bir türlü hangi oluşum altında yapacaklarına karar veremezler. Çünkü, salondaki Başkanlar maalesef ortak bir çatı altında toplanıp mücadele verme yoluna nedense gidememektedirler. Her şey sözde destek ve katılım imzaları ile kalmaktadır. Dr. Küçük toplantıyı ve yaşanılanları büyük bir üzüntü içerisinde izler, ama odadakilere hiçbir şey söylemez ve üzüntüsünü belli etmez. Toplantı bitince kendisine önerilerini sorup danışırlar. Küçük ise bu sorulara şimdi cevap veremeyeceğini, eve gidip dinlenmek istediği söyler. Herkes anlayışla onu evine uğurlarlar ve ertesi gün onun yanına gidip görüşlerini alacakları anın heyecanını taşırlar. Onlar için zamanın geçmesi imkânsız gibidir. Neredeyse hiçbiri uyku uyuyamaz haldedir. Ertesi gün, büyük bir kalabalık Dr. Küçük’ün evine gider. Ancak Dr. Küçük evinde değildir. Gelenler için yazılı bir mektup bırakmıştır. Mektup açılır ve okunmaya başlar; “Kıymetli milliyetçi kardeşlerim! Görüyorum ki sizler bugün bu davayı sen-ben kavgasına dönüştürmüşsünüz, bu kavgadan dolayı gençlerimizi yıllarca ihmal etmişsiniz, Kıbrıs Türkünün milli mücadele tarihini gençlerinize öğretemediğiniz kadar tarihinizi başkalarının yazmasına da sadece sözde protestolarınızla cevap vermişsiniz. Kurulan cumhuriyetinizin toprakları sözde eski Rum malı diye geri iade edilmeye başlanmasına dahi sessiz kaldınız. Halkın arasına inip de durumun vahametini anlatmaktan ziyade yerinizden durumu takip etmeyi seçtiniz... Tüm bu olanları büyük bir üzüntü içerisinde takip etmekteydim. Lakin dünkü toplantıda da kavganızın özündeki amacın ne olduğunu gözlemledim. Efendiler, Ben bu davada gerçekten her anlamda kendini nefer edecek olan köylümün, halkımın yanına gidiyorum. Oradan mücadele meşalemizi yakacağız. Sizler konuşmaya ve kendi aranızda eylemleri tertiplemeye devam ediniz...” Rum-Yunan’ın baş destekçisi olan Amerika’nın ve Batı dünyasının Kıbrıs Türkleri üzerinde 1989 yılından itibaren gerçekleştirdikleri operasyonları tüm berraklığı ile anlatmaya çalışan bu kitap, gerçeği ve yalnız gerçeği göstermek gayesindedir. Kitap, geçmişin perde gerisini aralayarak, karşı tarafın bugün halen aynı niyet ve maksatla adadaki Türk varlığından duyduğu rahatsızlığı ifşa etmeye çalışacaktır. Bugüne kadar hep, adada herhangi bir Rum yönetimine boyun eğmeyeceğimizi, Rum nüfusun hâkim olduğu bir yönetimi asla kabul edemeyeceğimizi var gücümüzle geçmişten günümüze haykırdık. Kıbrıs, milli davasının haklılığının dünyaya anlatılamadığı gibi yıllarca Kıbrıs Türklerine uygulanan soykırım gerçeğini bile dillendirmekten çekinildiği bir Türk siyasi duruşunun yarattığı boşluktan olsa gerek ki, bugün Yunanlıların sözde “Pontus Soykırımı” iddiaları ile Türk siyasal tarihi yeni bir sürece girmiş bulunuyor. Üzülerek ifade edeceğim ki, KKTC Devletinin kuruluşunun ardından 24 yıl geçmesine karşın, kendi bağrındaki yeni neslimize dahi, günümüze nasıl, hangi meşgalelerden geçerek gelindiği anlatılamadı. Biraz daha konuyu deşecek olursak, 1974 Mutlu Barış Harekâtı sonrasından itibaren yönetimlerimiz adada “Türklük kimliğimiz, tarihimiz ve manevi bilincimizin muhafaza edilmesi” hususlarına hemen hemen hiç odaklanmayarak; kendini sadece ve sadece dış cepheye odaklaması bugün yaşanılan sıkıntıların kökünde yatan esas etkenlerin daha kolay anlaşılmasına olanak sağlamaktadır. Bırakılan boşluğun dış unsurlar tarafından doldurulmasının planları KKTC Devleti ilan edildikten sonra daha yoğun bir şekilde baş göstermiştir. Elinizdeki kitapta, yabancı unsurların özellikle de ‘Annan Planı’ döneminde külliyen ortaya çıkan çalışmalarının görülen neticelerini de kapsamaktadır.
Aynı zamanda, oluşturulan “barış grupları, vakıf, sivil toplum ve partilerin” pozisyonları ve aldıkları fonlar neticesinde attıkları “barış çığlıkları”nın kökleri araştırılmıştır. Bununla birlikte, Annan Planı sonrasında, dış unsurların nasıl rahat bir şekilde Kıbrıs Türkü’nü asimile/ozmosiz etme sürecinin düğmesine bastıkları, tabiri caiz ise saatli bir bombanın kurulma sürecini başlatarak; Kıbrıs Türkünü hem ekonomik, sosyal, eğitim, ticari, hem de sağlık gibi alanlarda Güney’e kaydırdıkları mevzularını ele almıştır. Kitap; psikolojik savaş kıskacındaki Türk milletinin Kıbrıs’a bakış açısını göstermeye çalışarak, durumun ehemmiyetinin göz önüne alınması gerektiğinin önemine vurgu yapmıştır. KKTC; bir vagonun rayına oturtulmasıdır. Zira rayına oturduktan sonra karşı karşıya kaldığı tüm ambargolar karşısında ilerlemeye çalışırken; treninin rayının yönünün değiştirilmesi gayesinde olan başta Rum-Yunan ve dış unsurların Şubat 2008 Rum Başkanlık seçimlerinden sonra bu yönde yeni bir süreci yaratmak istedikleri Amerika ve İngiltere’nin açıklamalarında da vukuu bulmuştur. Kitap, KKTC vagonun, rayından sökülüp kenara atılmaması için direnen bazı aktörlerin mücadelesi sonucunda, oluşan yeni düzendeki fay hattının hassas dengelerini yeniden ihdas etmek gayesinde de olmuştur. Şüphesiz ki, yeni neslimizin fikirlerinde bugünlere nasıl gelindiği konusundaki bir şuur eksikliği olması onların suçu olmayıp, buna sebep olanların mesuliyetinden kaynaklanan bir durumdur. Bu kitap, Kıbrıs davasının 33 yıllık süreçte ne hallere getirildiğini ortaya koymaya çalışırken, geçmiş tarihimizde var olan mücadeleye de değinerek “nereden nereye” geldiğimiz konusunda aydınlatıcı bir yayım olmayı hedeflemiştir. Bu kitabın başlığı görüldüğü zaman, gayri ihtiyari elinizin kitaba uzanacağı varsayımını bir kenara bırakırsak, işin özünde bugün gelinen süreçte Kıbrıs davasına ve Kıbrıs Türklerine bakış açısının tamamen değişmesinin ıstırabı içerisinde Vurun Kahpe Kıbrıs’a ismini seçmenin uygun olacağını düşündüm. Şüphesiz ki, Halide Edip Adıvar’ın “Vurun Kahpeye” romanı da isim konusunda esin kaynağım olmuştur. Kitabın birinci bölümünde; Kıbrıs’ın tarihi süreci ele alınmış ve günümüzde hangi boyuta geldiği açıklanmayla çalışılmıştır. İkinci bölümde; yıllardır Birleşmiş Milletler kucağında “çözüm” arayışları içerisinde olan Kıbrıs Türklerinin, Annan Planı ile hangi sürece sokulmak istendikleri ele alınmıştır. Özellikle de Annan Planı döneminde, Anavatan Türkiye Cumhuriyeti’ndeki Türk kamuoyunda Kıbrıs Türkleri ile ilgili nasıl bir “algılama” baş gösterdiğini de irdelemeye çalışan kitap, medyanın her iki halk üzerinde yarattığı düşünceleri de incelemektedir. Keza, Kıbrıs Türklerinin plana “evet” demesinden sonra Anavatan’daki birçok insanımızın Kıbrıs Türklerine karşı kırılmasının, kinlenmesinin ve adadaki halka farklı gözle bakmaya başlamasının sebepleri de incelenmiştir. Aynı zamanda referandum sonrasında “Kıbrıs Türkleri Türkiyelileri sevmez” inancının Türk kamuoyunda oluşmasının perde arkası elinizdeki bu kitapta zikredilmeye çalışılmıştır. Üçüncü bölümde; Kıbrıs anlaşmazlığında özellikle de Amerikan ve diğer dış unsurların Kıbrıs Türkleri üzerinde gerçekleştirdikleri psikolojik harp operasyonlarını ortaya koyma amacındadır. Bugüne kadar Kıbrıs’la ilgili çok şey yazılıp, söylenmiştir. Ancak sadece tarihi süreç kaleme alınmıştır. İçte kaynatılmak istenen kazan ve dış unsurların pençelerine pek değinilmemiştir. Yıllarca Anavatan ile olan bağlarımızın birçok baskı ve uygulamalar karşısında yıkılmaması şüphesiz ki bazı kesimlerin hoşuna gitmemektedir. Bu nedenle 1989 yılından itibaren Kıbrıs Türkü yoğun psikolojik savaşın eksenine oturtulan bir sürece girmiştir. İşte bu ortamda, yıllarca Kıbrıs davasına hizmet verenlerin nerelerde hata yapmış ve boşluklar bırakmış oldukları da masaya yatırılacaktır. Nitekim bu kitap, Etki Tabanlı Saldırı metodu, Psikolojik Harp, Zihin Kontrolü, Propaganda, demokrasi ihracı gibi kavramları inceleyerek, Kıbrıs Türkleri üzerinde kurulan sivil ağları ortaya koymaya çalışmış, iki toplumlu etkinlikler adı altında oluşturulan barış gruplarının hangi maksatla kullanıldığını da detaylıca ele almıştır. Dördüncü bölümde; İki toplumu etkinliklerin tarihçesi, kapıların açılması ile Kıbrıs’ın Berlin modeli birleşmeye mi yoksa taksime doğru gittiği mi konuları da incelenmiştir. Aynı zamanda, Amerika’dan adaya gelerek iki toplumlu etkinliklerin artırılması için çalışmalarda bulunan Prof. Dr. Benjamin Broome’un ifşaatları da açıklanmıştır. Beşinci bölümde; Kıbrıs’ta Güney’de artan milliyetçilik ve ırkçılık, Rumların AB üyesi olması ile oluşan süreçteki milliyetçi yaklaşımlar, kilise ve EOKA’nın rolleri de ayrıca incelenerek Kıbrıs’ın ilerideki mukadderatı resmedilmeye çalışılmıştır. Altıncı bölümde ise, kitabın genel olarak değerlendirmesi yapılmış ve özellikle de Avrupa Parlamentosunun ve Haçlı Dünyasının (kiliselerin) Kıbrıs Türkleri ile ilgili çizdiği plan resmedilmek istenmiştir. . . Netice itibarıyla, elinizdeki bu kitap kahraman Kıbrıs Türklerinin varoluş mücadelesinde nerelere sürüklendiklerini gösteren bir çalışma olmuştur. Kitapla birlikte arzulanan hedef, tüm Türk Dünyasına Yavruvatan’dan bir haykırış gerçekleştirmektir. Kıbrıs Türkleri asırlardır nice zorluklar baskılar karşısında kimsenin etkisine girmeyen, onurluca direnen kahraman ve asil bir millettin parçasıdırlar. Anadolu’nun bir uzantısı, Türk camiasının ayrılmaz ve çözülemez bir uzantısıdırlar. Osmanlı idaresi altında kalan bu adada, Türk kültürü ve Türkçülük mefkûresi bugüne kadar sökülüp atılamaz bir konumda iken, şimdi niye “Kıbrıslılık” idealinin yaratılmak istenmesinin köklerini de inceleyen bu araştırmada dış unsurların öz niyetleri gösterilmeye çalışılmıştır. Kitabı büyük bir sabırla okumanızı diliyorum. Ümit ediyorum ki Kıbrıs Türkü’nün üzerine yapışan “kenelerin” esas gayeleri tarafınızca da tespit edilecektir. Şunu da belirtmekte fayda vardır ki, Kıbrıs davası bugün Anavatan’da tek bir partiye mal edilemeyecek kadar önemli bir davadır. Kıbrıs davası tüm Türk ulusunun Batı karşısındaki namus davasıdır. Bunu görmezden gelerek siyasi hariciyemizin veçhesini “Birleşik Kıbrıs” adı altında değiştirme çabasına gidilmesi gerçekte kabul edilecek durum değildir. Lakin, tarihin kendini yeni acılara yenilememesi için kitapta anlatılan hususlar dikkate alınmalıdır. Zira, adadan Türk askeri çıkması için oluşturulmak istenen “birleşik Kıbrıs” sonucunda Türkiye Cumhuriyeti’nin 1919 öncesine götürülmek isteneceği ve “mülk edinme, serbest dolaşım” dayatmaları neticesinde Anadolu’dan toprak kaybetmesinin sağlanmayacağını kimse garanti edemez. Tüm bu hususlar mülahaza edildiği zaman, Anavatan’daki Türk hükümetinin ve KKTC hükümetinin kararlı bir şekilde dünyaya “tanınma” çağrısını başlatması elzemdir. Yoksa geride telafi edilemeyecek karanlık bir süreç hem Kıbrıs Türkünü hem Türk milletini bekliyor olacaktır... Bu kitabın hazırlanmasında, maddi ve manevi her zaman yanımda olan başta Babam Adnan Gözügüzelli, Annem Güray Gözügüzelli, Ağabeyim Vedat Gözügüzelli ve eşi Afet’e, kardeşim Yusuf Gözügüzelli ve eşi Emel’e yürekten teşekkür etmek isterim.Kıbrıs davası ile ilgili uzunca bir süreden beri “Ayşe Kocatürk” adı ile yaptığım mücadelede bana destek veren pek çok insanla karşılaştım. Onları tek tek bu satırlara yazmam zor olacaktır. Bu sebeple: Kıbrıs milli davasında gerçek anlamda yürek koyarak desteğini ve emeğini esirgemeyen tüm kişilere de teşekkür ederim. (13 Kasım 2013 Çarşamba)
MİLLİ DAVA KIBRIS VE BİR BELÂ DAHA: BAN Kİ MUN
KKTC’nin Başına Ban Ki-Mun Belâsı
Mustafa Nevruz SINACI


Kefere korkusu yahut AB’den menfaat beklentisi yüzünden, daha hükümete sahip olur olmaz; Rab’in lânetlediği ve faillerinin en ağır surette cezalandırılmasını emrettiği zinayı, tam bir mürailikle serbest bırakanların, başörtüsünden medet umdukları ve parlamentoya türbanla girmeyi zafer çığlıkları ile kutladıkları bir garabet yaşıyoruz.
Bu utanç yetmezmiş gibi; Sahil ve sınırlarının kahir ekseriyeti gâvura peşkeş çekilmiş; Ekseri mahalleri fuhuş, kaçakçılık, yolsuzluk-soysuzluk, terör-tedhiş, uyuşturucu bataklığına dönüşmüş; İslâm ülkesi olmasına rağmen resmi izinli ve ruhsatlı domuz çiftlikleri, mezbaha ve haram haneleri ile maruf hale gelen bir memlekette öğrenci evleri cazgırlığı yapılabiliyor!.
Hayret ki ne hayret!..
Henüz Güvenpark polis işgaline son veremeyen, milli hudutları korumak yerine, başbakanlık/bakanlık çevrelerinde güvenlik kordonu ve barikatlar oluşturan, buna mukabil cadde ve sokaklarda araç parkı rezilliğini önlemekte aciz kalan.; Demokrasiyi geliştirmek ve halka hizmet etmekle memur ve mükellef iken, asli görevini unutup, tali iş ve meşveretle “seçim sath-ı maili ve ekonomisi” yaratmaya çalışan bir icra ile malul olduk…
Bunun yanı sıra, şerefli ve şanlı “Türk Ordusu/Peygamber Ocağı” vasfını; (mezkür hükümetin halâ sorgulayıp, yargılamaya yanaşmadığı) menfur 27 Mayıs günü filen yitirmiş bir teşekkül’ün; Mütalâa ve müzakereye açık, şaibeli davaları müteakip çok garip istifalarla sarsıldığını hayretle müşahede ile; Kasım 2013 celbinde “En büyük asker (!) bizim asker” nidaları ile inleyen gar ve otogar peronlarını; Aleni saflık ve masum yalancılıkla rol kesen gafilleri utançla temaşa vaziyeti alırken şaşırıp kalıyoruz…
27 Mayıs’ı yapan, Atatürk’ün Anayasasını çöpe atan, Cumhuriyet, adalet, hukuk ve demokrasiyi rafa kaldıran; Demokrasiyi geliştirip, adalet ve hukuku pekiştirmek yerine, Her on yılda bir darbe yapmaktan utanmayan; 1963’den itibaren 3.5 baldırı çıplakla başlatılan terör, tedhiş ve anarşiyle, ta hükümete ortak oluncaya, parlamentoya girinceye kadar hal ve baş etmeyen, hakkından gelmeyen; İsrail’le iştirak-işbirliği, tank-tahkimat-tamirat, ticaretle malul eli silâhlı topluluğa Türk Ordusu denilemez!..
Bütün bu hicaplar yetmezmiş gibi bir de, Başbakanlık sandalyesinde oturan kişinin; İsveç Başbakanı Fredrik Reinfeldt ile düzenlediği ortak basın toplantısında; “Annan planı artık adeta rafa kaldırıldı, buzdolabına kondu. Şimdi artık bir Ban Ki-mun planı herhalde oluşacak. O zaman bu planı oluşturalım, adımı da artık atalım ve neticeye kavuşturalım. Oyalama devam etmesin. Güney Kıbrıs kararlıysa Kuzey Kıbrıs’a da aynı şekilde gerekli telkinleri yapabiliriz. Yunanistan da bu telkinleri yapmış olsun. BM Genel Sekreteri’nin riyasetinde bu işi neticelendirelim,” diyebilmesinin büyük şoku ve şaşkınlığı içindeyiz.
Meğer Başbakan: BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun’a "Şu anda ve önümüzdeki dönem yapılmakta olan görüşmelere G20 zirvesinde St. Petesburg'da başlamak istiyorum.”da demiş..

Bir yanda bunlar telâffuz olunurken, diğer taraftan; Akritasçı-Eokacı Anastasiadis’in görüşmelere başlamak için Maraş’ın Rumlara devredilmesi talebiyle ortaya çıkması, ne büyük bir utanmazlık, yüzsüzlük, cüretkârlık, şımarıklık, alçaklık, şerefsizlik ve soysuzluktur! Buna Türkiye Cumhuriyeti hükümeti’nin dışişleri bakanı nasıl seyirci kalabilir? Dahası, Kıbrıs Rum diyasporasının ana karası Yunanistan’ın, irili-ufaklı ONBİR Türk-Ege adasını gasp-irtikap ve işgal etmesine rağmen mütehammil olunup, nasıl seyirci kalınabilir?
Türkiye AB Bakanı ve Baş müzakereci Egemen Bağış; Kıbrıs sorununun (?) çözümü için Annan Planı benzeri bir “Ban Ki-Mun” planının ortaya çıkmasının söz konusu olduğunu belirterek: “Kıbrıs meselesi çözülürse şimdi çok kısa bir süre içerisinde 12 faslı açıp rahatlıkla 10 faslı kapatabilecek noktaya gelmiş oluruz. Çok az bir çalışmayla, bazı kanunları geçirerek o rakamı daha da artırabilecek noktadayız.Şu anda fasıl kapanamıyor, çünkü Kıbrıs meselesi çözülmedikçe fasıl kapatmama olamaz şeklinde alınmış bir AB kararı var..” diyor!..
Görülüyor ki; AKP’ye göre halâ bir Kıbrıs sorunu var sanılıyor. Neymiş o? KKTC.
Meseleyi 54 yıllık AB domuzluğu düzleminde gözlediğimizde, çok açık, net biçimde: AB kalleşliği, TC düşmanlığı ve dâhili-harici bedhah işbirlikçiliği görülür. Bu hainliğin faili malum tarafı: Türk, Türkiye ve KKTC düşmanı, dönme-devşirme, sabe ve kriptolardır biline!
***
KIBRIS YİNE KIBRIS
Metin HASIRCI
metin@nizamajans.com


Muhterem Mustafa Nevruz Sinacı Beyefendi, Milli davaları omuzlamaya her zaman amade bir vatan evladı olarak, dikkatimizi çeken bir mail aracılığıyla feryadı basmış. AB’ye girme delisi olmuş zihniyet sahiplerine ikaz mahiyetinde bir şeyler demeye çalışırken, sevgili kardeşim Ekrem Şama’nın sitemizdeki son yazısında buyurduğu gibi, Muhterem Erbakan Hoca’mız sağ olsaydı, Sayın Tayyib’e; sen deli misin? Sen deli misin?, sorusunu cevap alma arzusuyla yöneltirdi demesi geldi. Sayın Tayyip, AB’ye iştirake bu kadar delicesine girme çalışmalarını desteklerken, meşhur 1853/1854 Kırım Savaşını ve avakıbini, Osmanlı devletinin yanında yer alan İngiltere ve Fransa’nın yardımlarının elbette ki savaşı kazanmamızda hisseleri olduğu vakıadır.
Fransız medeniyetinin sosyal kültür anlayışını, Osmanlı medeniyeti anlayışının içine monte etmek istemeye kendilerini bezl edenlerin, aradan çok geçmeden, 23 sene sonra Osmanlı devletini, 1877’de Moskof önünde bir başına bırakıp, İslam dolayısıyla Osmanlı devletinin büyük bozgununu keyifle seyrettiklerini, hele bunlardan İngiltere’nin, Rusya ile aramıza girerek sulhun sağlanması hususunda yardımları karşılığında, Kıbrıs’ı bahşiş olarak talep ettiğini siz bilirsiniz de, danışmanlarınızdan hatırlatan olmaması sizin için çok büyük talihsizliktir.
Sayın Mustafa Nevruz Sinacı demekteki feryadında:
“…Başbakanlık sandalyesinde oturan kişinin; İsveç Başbakanı Fredrik Reinfeldt ile düzenlediği ortak basın toplantısında; “Annan planı artık adeta rafa kaldırıldı, buzdolabına kondu. Şimdi artık bir Ban Ki-mun planı herhalde oluşacak. O zaman bu planı oluşturalım, adımı da artık atalım ve neticeye kavuşturalım. Oyalama devam etmesin. Güney Kıbrıs kararlıysa, Kuzey Kıbrıs’a da aynı şekilde gerekli telkinleri yapabiliriz. Yunanistan da bu telkinleri yapmış olsun. BM Genel Sekreteri’nin riyasetinde bu işi neticelendirelim,” diyebilmesinin büyük şoku ve şaşkınlığı içindeyiz.
Ey bakın milli görüşçülere ikide birde, bunlar sizin içinizden çıktı diye, akıllarınca çıktıkları yapıya suç sıçratmak niyeti taşıyanların, milli görüş lideri merhum Hoca’mız Kıbrıs meselesi diye bir meselemiz yoktur. Şanlı ordumuz ve devletimiz Kıbrıs devletinin her zaman yanındadır, sözlerini hatırlatmak isteriz. Yani ben milli görüşçüyüm diyen hiçbir şahıs, Hocamızın bu tespitine iştirakten başka düşünce taşıması, palyoçuluk etmeğe savuşmaktır, böylelerinin de milli örüşçüler için hiçbir kıy met-i harbiyesi yoktur. Öte yandan Sayın Sinacı aşağıda şu ifadelere yer veriyor mail’inde:
“..Meğer Başbakan: BM Genel Sekreteri Ban Ki-mun’a "Şu anda ve önümüzdeki dönem yapılmakta olan görüşmelere G20 zirve sinde St. Petesburg’da başlamak istiyorum.” da demiş.. ( Böylece de Sayın Sinacı, Sayın Tayyib’in aculculuğuna dikkat çekmiş ki, bu husus, böyle olmasını isteyen mahfiller bulunduğu hükmünü çıkarabilmemiz lazım geldiği gibi bu mahfillerin milli menfaatlerimizin karşısında kimseler olduğunu sanırım işaret ediyor.)
Bir başka açıdan Sayın Sinacı, aşağıya aldığım mail’inin paragrafında, hamd olsun, Yunanistan‘ın irili ufaklı onbir adamızın gaspına dair de hatırlatmalarda bulunmaktadır. Fakir, Metin Hasırcı olarak, bir evlâd-ı fatihan torunu oluşum, ataları Bosna’yı, Yanya’yı kaybetmiş bir Müslüman olarak, çakıl taşını bile düşmana vermeme anlayışı taşıyan biriyim, 2011 genel seçimleri esnasında Namık Kemal Zeybek Bey’in ifşaatıyla haberdar olduğumuz bu adaların sirkati hasebiy le bir nebze olsun, Akit’i ve Milli Gazeteyi harekâta geçirmeye muvaffak olduysak da, bu hususta devamlılık sayılabilecek bir hassasiyet yakala yamadık.
Sayın Mustafa Nevruz Sinacı diyor ki:
“.. diğer taraftan; Akritasçı-Eoka’cı Anastasiadis’in görüşmelere başlamak için Maraş’ın Rumlara devredilmesi talebiyle ortaya çıkması, ne büyük bir utanmazlık, yüzsüzlük, cüretkârlık, şımarıklık, alçaklık, şerefsizlik ve soysuzluktur! Buna Türkiye Cumhuriyeti hükümetinin dışişleri bakanı nasıl seyirci kalabilir? Dahası, Kıbrıs Rum diyasporasının anakarası Yunanistan’ın, irili-ufaklı ONBİR Türk-Ege adasını gasp-irtikap ve işgal etmesine rağmen mütehammil olunup, nasıl seyirci kalınabilir?
Aslında Sayın Mustafa Nevruz Sınacı’nın bu seyirci kalınışı sorusunu TBMM’de dile getiren kişiler oldu. MHP milletvekili bir zat sordu. Ne vakit Sayın Hariciye nazırı, bu soru genel kurmaya sorulmalıdır demek suretiyle karşıladı. Buna karşılık işin peşine düşen olmadı. Misal olarak söylüyo rum, Milli Gazetede Kıbrıs’daki mücadeleyi en yakından takip etmiş hem de Prof. bir yazar zaman zaman değil, her zaman sağ olsun Kıbrıs ile alakalı mühim yazılar ile hizmete gayret içindedir. Ne var ki, bu milli bir meseledir diyerek kalem oynatan gazetedeki kalem sahipleri bu meseleye biz de bir destek verelim deseler daha güzel olmaz mı? Bir de aşağıdaki AB ilişkileri bakanının beyanına göz atalım:
Türkiye AB Bakanı ve Baş müzakereci Egemen Bağış; Kıbrıs sorununun (?) çözümü için Annan Planı benzeri bir “Ban Ki-Mun” planının ortaya çıkmasının söz konusu olduğunu belirterek: “Kıbrıs meselesi çözülürse şimdi çok kısa bir süre içerisinde 12 faslı açıp rahatlıkla 10 faslı kapatabilecek noktaya gelmiş oluruz. Çok az bir çalışmayla, bazı kanunları geçirerek o rakamı daha da artırabilecek noktadayız. Şu anda fasıl kapanamıyor, çünkü Kıbrıs meselesi çözülmedikçe fasıl kapatmama olamaz şeklinde alınmış bir AB kararı var..” diyor!..
Sayın Bağış, bilmelisiniz ki, 1571 Kıbrıs fethi elli bin şehide mal olmuştur. 1974 ise 498 şehitle istirdat edilebilmiştir. Üst komuta heyetinden hayatta hiç kimse kalmamış bulunmaktadır. Allah korusun, bu AB’ye girme hastalığı, hasbel kader o komutanlar, Kıbrıs’ı niye istirdat etmişler ? Onları bulup cezalandırın deseler, fasılları açıp kapamak uğruna cevabınız acaba ne olurdu? Fiemanillah.
12 Kasım 2013, MİLLİ GAZETE, (19 Şubat 2009 Perşembe)
***
İLLİ DAVA (KIBRIS) GERÇEĞİ!...
Mustafa Nevruz SINACI

(Bu makale yanda fotoğrafı görülen TUKISHFORUM Genel Başkanı Sayın Dr. Kayaalp BÜYÜKATAMAN'a ithaf olunmuştur.)
Web sitesinde milletten iane (bağış) dilenen kıytırık bir İngiliz milletvekili, şu sıralar Türkiye aleyhine atağa kalktı. TukishForum penceresinden baktığımızda Rum-Yunan ve İbrani lobileri ve Ermeni diyasporası ile çok sıkı-fıkı ilişkiler içinde olduğu görülüyor.
Maznun’un (zanlı, şüpheli, potansiyel sanık) adı: Andrew Dismore. Menfur yayın, iftira ve karalama yazılarını yayınladığı site adresi şöyle: http://www.andrewdismoremp.com,
Bu link Andrew Dismore'in sitesine ait. İngilizce bilenler lütfen açıp ibret için baksınlar.
Mesele şu ki; bu menfur şahıs, dâhili-harici bedhahlarla iştirak ve işbirliği halinde yine Türkiye aleyhine furyalar ve kumpaslara girerek, başta Kıbrıs konusu olmak üzere; Bizdeki menfur özürcülerle, Kıbrıs’ta vaki toplumlararası (!) müzakerelere paralel sözde Ermeni soykırım yalanlarını ısıtıp tetiklemeye başladı.
Kefereye ilk cevap; “Turkish Reconciliation Front-UK, Ingiltere Türkleri Dayanışma ve Yardımlaşma Derneği”nden geldi.
ANDREW DISMORE'A CEVAP: SIKIYSAN GEL DE AL!..
Satırı satırına son derece önemli ve anlamlı ve üstelik İngiltere de kurulu bir Türk Sivil Toplum Kuruluşu’ndan gelen tokat gibi cevabı aynen naklediyorum:
Hiç bir bilimsel dayanağı olmayan sözde Ermeni Soykırımı yalan ve iftiralarına her fırsatta sarılan ve her konuda izlemiş olduğu Türk düşmanı tavır ve söylemlerle yüce Türk milletini inciterek rencide etmeye çalışan İngiliz Milletvekili Andrew Dismore'a Turkish Reconciliation Front–UK ve İngiltere Türkleri Day. ve Yard. Derneğinden cevaptır: .
“Türkiye'yi Kıbrıs'ta işgalci olarak tanımlayan ve Türk askerinin adadaki asker sayısını azaltmasını ve Kıbrıs'ı (GKRY) tanımasını isteyen Andrew Dismore adada yasayan binlerce Kıbrıs Türk'ünün varlığını nasıl oluyor da bir kalemde silip atıyor.1571'de Lala Mustafa Paşa'yla yani 417 senedir devam eden Türk varlığını bir çırpıda atmak şu ana kadar hiç bir dış güce nasip olmadıysa bundan böyle de Türk kalacaktır..Ve buna dünyadaki hiç bir güç engel olamayacaktır. Bu yüzdendir ki Kıbrıs üzerinde gizli ve hain emelleri olan her kim, hangi ülke ve hangi gizli güçler topluluğu varsa bu hayallerinizden vazgeçme zamanınız gelmiştir artık. Sizlere politik bir dil kullanmanın hiç bir faydası olmadığını çok iyi biliyoruz. Çünkü kurmuş olduğunuz kurum ve kuruluşlarla ve zayıf karakterli işbirlikçi hainlerle politik arenada kazanmanın sinsi (menfur) hesapları içindesiniz.
Türk insanını her coğrafyada olduğu gibi haince, alçakça ve kalleşçe arkadan vurmaya çalışıyorsunuz. Türk'ün essiz karakterini yozlaştırmaya, vatansever ve milliyetçi duygularını zayıflatarak yiğitçe savaşarak alamayacağınız şeyleri haince ele geçirmeye çalışıyorsunuz.
Kıbrıs Davasına onurunu vermiş isimleri küçük düşürmeye çalışıyor, yüce insan Fazıl Küçük’ün resimlerini Kıbrıs pullarından çıkartıyor, Dr. Rauf Denktaş’a düşmanca duygular besliyor ve büyük kurtarıcı, essiz önder Mustafa Kemal Atatürk'ün adını ders kitaplarından çıkartma cüretini gösteriyorsunuz. Bunları yaparken Andrew Dismore denilen şahısla aynı hizada hareket ettiğinizi görebiliyor musunuz.? Bu yüzdendir ki Andrew Dismore'a ve Kıbrıs’ı pazarlamaya çalışan hain güruhuna buradan bir tek cevap veriyoruz. Sitende insanlara bağış yapmaları için yalvararak zaman kaybedeceğine biraz tarih kitaplarına zaman ayır! Bilesiniz ki! Kıbrıs her zaman Türk'tü Türk kalacaktır! Sıkıysa Gel de Al!..
Turkish Reconciliation Front-UK, İngiltere Türkleri Day. ve Yardımlaşma Derneği”
İşte bu menfur tetikçi ve provokatörler sayesinde tıpkı, hiç olmayan bir meseleyi sanal ortamda hayalen üretip “sorun” gibi sunmak, devleti, insanları ve kamuoyunu meşgul etmek suretiyle milletin kimyasını bozmak, lânetli özürcüler listesinde isimleri yazılı ihanet şebekesi ve yer yüzüne dağılmış Andrew Dismore gibi insanlık düşmanları için meşgale haline geldi.
Örneğin etnik köken, anadil, siyasal-sosyal haklar ve Kürt sorunu (!) vb…
Yine bu güruhça dillendirilen ve barış’ı sorun’a dönüştüren Kıbrıs meselesi..
Her ne kadar kalkışmacıya verilen cevap uygun ise de bizim de diyeceklerimiz var. .
Gerçek şu ki; Türkiye’nin başına ‘sorun-sorun” diye dert açanların kendileri sorun.
Üstelik durup dururken sorun yaratanların ve bizatihi sorun olanların kahir ekseriyeti etnik kök olarak Ermeni, Rum-Yunan, İbrani, hâsılı dönme-devşirme veya sabetay çıkıyor. Ne gariptir ki, Kürt sorununu dillendirenlerin arasında Kürt, alevi sorunu diyenlerin arasında bir tane dahi Müslüman yok. Milli Dava Kıbrıs konusunda, Türkiye’ye karşı AB tezleri ile karışık Rum-Yunan politikalarını (Akritas Plânını) savunanların da tamamı aynı orijin…
Dahası bunlar çok rahatlıkla yalan söyleyebiliyor, tarihi tahrife yelteniyor, fütursuz iftira ve tefrikalarla ‘demokratik (!) hakları istismar’ devleti suiistimal ve kamu vicdanını taciz ve tarumar ediyorlar. Neden oldukları yanlış yönlendirme, gündem saptırma, derin tahrik ve alenen suça teşviklerin faturası çok ağır. Bu faturaları kendileri yahut akredite oldukları bedhahlar değil bizzat Türk milleti ve Türk devleti ödüyor.
Şimdilerde kendini bilmez biri artistlik olsun diye ‘ben de 10 Rum öldürdüm” deyince kıyametleri kopartan ve soluğu AİHM de alan GKRY Rumları ve Yunanlılara rağmen; Ortada apaçık Mahkeme kararı olmasına rağmen harekete geçmeyen ve bil-mukabil dava açmayan, bu güne değin ödenmiş haksız ve yolsuz tazminatları geri istemeyen hükümete şaşıyorum!..
GÜNEŞ BALÇIKLA SIVANMAZ
Her ne hikmetse, hâlihazır Kıbrıs’ta yaşanan barış; Barış’ı ‘sorun’ olarak algılayan iç ve dış düşmanlar yüzünden AB nezdinde gerçekten de Türkiye'nin kendini anlatamadığı ciddi bir ‘dış sorun’ haline geldi. Sürece bakarsanız, burada da yukarda bahsettiğim dönme ve devşirmelerden müteşekkil oligark, koza ve kriptoların kirli marifetlerini görürsünüz.
Özellikle Avrupa Birliği'ne tam üyelik süreci olarak lanse dilen, gerçekteyse AB’ye bağlanma sürecinden başkaca bir şey olmayan gidişatta konunun gündeme gelmesiyle birlikte, "Kıbrıs'taki işgale son verilmesi" çağrıları da arttı. Öte yandan, Kıbrıs’ta iki toplum arasında sürdürülen görüşmeler tam anlamıyla yüz karası, utanç ve hicap verici..
Görüşmeler uzayıp, Türk toplumu ihanetin boyutunu kavradıkça, Milli Kahraman Dr. Rauf Denktaş’a komplo düzecek ve suikastler düzenleyecek kadar azgınlaşan-çılgınlaşan bazı monşerler, iç odaklar ve paralel dış mihraklar telâş, panik ve acz içinde kıvranarak saldırıya geçtiler. Bir yandan aba altından sopa gösterip, diğer yandan "Eğer, Kıbrıs'taki işgale son vermezseniz AB'ne tam üyeliğe alınmazsınız ha!" türünden tehditlere başvuruyorlar. Dahası, tüm bunlar yetmezmiş gibi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde Titiana Loizidu davasındaki gibi siyasi kararlarla Türkiye’yi sanık sandalyesine oturtmak istemekteler...
Rum-Yunan ikilisinin taleplerine boyun eğen Batı'nın bu çağrıları, kendi tarihinden kopmuş, mazisinden utanan bazı vatandaşlarımızı da maalesef etkilemektedir...
Sağda-solda duymuşsunuzdur; "Hani canım biz de az yapmamışız!", "Yahu madem Kıbrıs da Avrupa Birliği'ne giriyor biz de gireceğiz. O zaman mesele yok. Hele Kıbrıs'tan bir çekilelim gerisi kolay!" Bunların tamamı kirli ve kasıtlı bir dezinformasyon ürünüdür.
Tarihi tarihçilere bırakalım ama yakın tarihin gerçeklerini bile unutacak kadar tarih bilincine sahip olamayan, gaflet ve dalalet içinde sürüleşen toplumların başlarına çok şeyler gelebileceğini hatırlatarak konuya girmek istiyorum. Hem de çok ciddi ve resmi belgelerle.
Kıbrıs'ta gerçek işgalci Yunanistan'dır.
Türkiye Kıbrıs'a Yunan işgali ve EOKA zulmüne son vermek için ‘Barış Harekâtı’ çerçevesinde ve Londra-Zürich (garanti antlaşması mucibi) girmek zorunda kalmıştır. Bu tarihi gerçek Rum-Yunan resmi Kaynakları ve mahkeme kararlarınca da teyit edilmektedir.
Belge 1; Başpiskopos Makarios'un konuşması: 
15 Temmuz 1974 Nikos Sampson Darbesi sırasında adadan kaçarak canını zor kurtaran Başpiskopos Makarios'un Güvenlik Konseyi'nde yaptığı konuşmasında; (devamı var)"Kıbrıs'ta geçen Pazartesi sabahından bu yana süregelen olaylar gerçek bir trajedidir. Yunanistan'daki askeri cunta, Kıbrıs'ın bağımsızlığını acımasızca ihlal etmiştir. Yunan Cuntası, Kıbrıs halkının demokratik haklarına, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlık ve egemenliğine en ufak bir saygı göstermeden, diktatörlüğünü Kıbrıs'a da uzatmıştır....
Bu darbe, Kıbrıs Cumhuriyeti'nin bağımsızlığını ve hükümranlığını açıkça ihlal eden dış kaynaklı bir işgaldir. Sözde darbe, Milli Muhafız Ordusu'nu yöneten Yunanlı subayların işidir... Atina'nın düzenlediği darbe ile yaratılan bu olağandışı durumu sona erdirmek için Genel Kurul üyelerine ellerinden geleni yapma çağrısında bulunuyorum. Kıbrıs'taki anayasal durumun ve Kıbrıs halkının demokratik haklarının yeniden teşhir edilebilmesi için; Güvenlik Konseyi'ne elindeki tüm imkânları gecikmeden kullanması çağrısında bulunuyorum. Daha önce de ifade ettiğim gibi, Kıbrıs'taki olaylar Kıbrıs Rumlarının bir iç meselesini teşkil etmemektedir. Kıbrıs Türkleri de etkilenmektedir. Yunan cuntasının düzenlediği darbe bir istiladır ve sonuçlarından tüm Kıbrıs halkı, Türkler ve Rumlar acı çekmektedir..." diyor. (The Cyprus Triangle sa;128- Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt Başkanlığı Yayınları, "Türk-Yunan İlişkileri" konulu 3. Askeri Tarih Semineri, sa; 367-372, Ankara-1986)
Belge 2; Yunanistan Temyiz Mahkemesi'nin 21.3.1979 tarih ve 2658/79 sayılı "Türk Ordusu'nun Kıbrıs'a müdahalesi yasaldır. Suç Yunan subaylarına aittir" kararına giden yol: 1976 yılı Aralık ayında bir Yunanlı, mahkemeye başvurarak, 22 Temmuz 1974'te Lefkoşe üzerinde uçarken, Güney Kıbrıslı Rumların açtıkları ateş sonucu düşüp parçalanan Yunan Delta Nakliye uçağında ölen oğlu için tazminat talebinde bulundu. Atina Mahkemesi, 1978 yılında aldığı kararda "Davacı davasında haklıdır. Hazineden tazminat alması gerekir” dedi.
Ekonomi Bakanlığı tazminatı ödememek için karara itirazla temyiz mahkemesinin kararı bozması talebinde bulundu. Bakanlığın bu talebi üzerine toplanan Temyiz Mahkemesi 21.3.1979 tarih ve 2658/79 sayılı kararı aldı. Karar şöyle: "Davacı tarafından öne sürülen iddiaların gerçek olduğu, mahkememizce yapılan araştırma sonucu kanıtlandı. Zürich Anlaşmasını imzalayan taraflar, Yunanistan, Türkiye ve İngiltere "garantör" devletler olarak, Kıbrıs'ın herhangi bir devlet ile birleşmesini ya da bölünmesini önlemek için "Kıbrıs Cumhuriyeti"nin güvenliğini garanti altına alıp koruyacaklarına dair taahhütte bulunmuşlardır. 1974 Temmuz ayının ilk haftası içinde Kıbrıs Devlet Başkanı Makarios, adada görev yapan bazı subayların, darbe girişimi hazırlığı içinde bulunduklarını ve kendisini öldürmeyi planladıklarını öğrenmiş ve durumu Atina'ya duyurarak, Yunanistan Devlet Başkanı General Gizikis'ten önlem almasını istemiş olmakla; Atina'daki yönetim, bu talebe resmi bir cevap vereceği ya da önlem alacağı yerde, 15 Temmuz 1974'te, General Yoannidis, Makarios'a karşı, Kıbrıs'taki Yunan Birliğinin Komutanı General Yorgitsis ve General Yanakodimos ile birlikte 102 Yunan subayının da yer aldıkları darbeyi gerçekleştirdi ve Makarios'u öldürmeye teşebbüs etti. Lefkoşe'deki Başkanlık Sarayı ağır silahlarla ateşe tutulmuş, Başkan Makarios bu saldırıdan bir mucize eseri olarak kurtulmuştur. Kıbrıs Anayasası asi Yunan subayları tarafından çiğnendikten sonra, Nikos Sampson başa getirildi. Türkiye ise 20 Temmuz 1974'te yaratılan fiili durum nedeniyle, hukuki haklarını kullanarak Kıbrıs'a müdahalede bulunmuştur." (http://www.inaf.gen.tr), (e-mail:info@inaf.gen.tr )
İşte “Milli davada haklılığın ve hukuka dayalı güçlülüğün belgeleri” Buna göre cari hükümet ‘haklılığa dayalı’ gücünü kullanmalı, ağırlığını koymalı ve komediye son vermelidir! Yunanistan Temyiz Mahkemesinin bu kararının ardından neler olduğu merak edilebilir. Onu da özetleyelim;
Temyiz kararıyla zamanın Savunma Bakanı Evangelos Averof güç duruma düşer. Savunma Bakanlığı'ndan Ekonomi Bakanlığına gönderilen 12.6. 1979 tarih ve F-800/109-B5849 sayılı gizli yazıda, Bakanlığın her ne olursa olsun mahkemeye tekrar başvurmaması ve düşen uçakta ölen askerlerin ailelerine tazminatların sessizce ve problem yaratılmadan ödenerek meselenin kapatılması istenir. Mahkeme kararı, zamanın Yunan hükümeti ile yargı organlarını da birbirine düşürür. Başbakan Konstantin Karamanlis imzasını taşıyan; "Kıbrıs ile ilgili davalar açılmadan önce hükümete bilgi verilecek ve onay alınmadan davaya bakılmayacaktır. Milli nedenler, Türk istilasına yol açan sorumluların, sonsuza kadar yargılanmamalarını gerektiriyor" şeklindeki yazı Adalet Bakanlığı'na gönderilir. Yazı büyük tepkiye neden olur. Adalet Bakanlığı'nın Başbakanlığa gönderdiği 14289/78 sayılı cevabi yazı şöyledir; "Vatandaşların menfaatlerinin korunması, gerçeklerin aydınlığa kavuşmasıyla mümkündür. Hiçbir kuvvet, adaleti, gerçek sorumluları ortaya çıkarmaması konusunda susmaya mecbur edemez." Bu gelişmeler üzerine zamanın Başbakanı Konstantin Karamanlis, "Yunanistan aleyhine kullanılabilir" gerekçesiyle Temyiz mahkemesi kararının kamuoyuna duyurulmasını yasakladı. (Yunanistan Temyiz Mahkemesi kararı ve karara ilişkin gelişmeler, Uluslararası İlişkiler Araştırma Merkezi İnaf'ın Aralık-200 tarihli bülteninden alınmıştır.)
Dr. George Nakratzas. '1960 Anayasasını İhlal Eden Makarios'du'" başlıklı haberi:
"Hollanda'da ikamet eden Yunan asıllı Dr. George Nakratzas, Yunanistan Komünist Partisi Yeniden Yapılanma Merkez Komitesi'nin yayın organında yer alan makalesinde, Rum tarafının Enosis hayalini ve Rum barbarlığını gözler önüne serdi.
Dr. Nakratzas, Kıbrıslı Türk ve Rum ortak yönetiminden oluşan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'nin anayasasını ihlal edenin, Kıbrıs Türk tarafı değil, Başpiskopos Makarios olduğunu vurguladı. Dr. Nakratzas makalesinde, Başpiskopos Makarios'un Enosis hayaliyle 1960 Anayasası'nın 13 maddesinde değişiklik yaparak, Türk tarafını ortaklık cumhuriyetinden dışladığını ve hemen ardından 21 Aralık'ta Kıbrıslı Türkleri katletmek amacıyla saldırı başlattığını yazdı. Makarios'un, Türk tarafının anayasadaki değişikliği reddetmesini dünyaya "Kıbrıs Cumhuriyeti Devleti'ne itaatsizlik" şeklinde duyurduğunu, ancak bunun tamamen gerçek dışı olduğunu vurgulayan Dr. Nakratzas, "Yasal açıdan bakılacak olursa, anayasayı tek yanlı olarak keyfi şekilde ihlal etme girişiminde bulunan Kıbrıslı Türkler değil, Makarios'du dedi. Dr. Nakratzas, Kıbrıslı Türklerin, 1963 ile 1967 yılları arasında, Sampson, Yorgacis ve Lissarides tarafından yönetilen çetelerce öldürüldüğüne işaret ederek, "Bu konuda genç Yunanlıların bir fikri yok" dedi ve bu katliamlarda "Kıbrıs Hükümeti" olarak adlandırdığı Rum yönetiminin büyük sorumluluğu bulunduğunu vurguladı.
Rum tarafının kayıplar konusunu propaganda haline getirdiğini ve gerçek kayıp sayısının açıklanandan çok daha az olduğunu BM belgelerinden alıntılar yaparak makalesinde gözler önüne seren Dr. Nakratzas, 21.12.1963 ile 8.06.1964 tarihleri arasında kayıp olduğu resmen açıklanan Kıbrıslı Türklerin sayısının 232 olduğuna dikkati çekti. Nakratzas, "Bu dönemde sadece 43 Rum'un kayıp olduğu belirlenmiştir. Bu rakamlar BM Genel Sekreteri'nin S/5950 sayılı raporundan alınmıştır" diye konuştu. Nakratzas, kayıplar konusundaki gerçekler bu iken, Rum basınının devamlı şekilde ellerinde sevdiklerinin fotoğraflarını tutan Rum kadınların resimlerini yayınladığını, ancak kayıplar hakkında bilgi edinmeye çalışan Türk kadınların fotoğraflarına bugüne kadar hiç yer vermediğine dikkati çekti.
1963-1967 yılları arasındaki katliamlardan Rum Yönetimi'nin sorumlu olduğunu da vurgulayan Dr. Geroge Nakratzas, Rum Yönetimi'nin Avrupa Birliği'ne giriş müzakereleri sırasında iki soruya yanıt vermesi gerektiğini belirtti ve bu soruları şöyle sıraladı:
"Kıbrıs Hükümeti Kıbrıs Türk Devletini tanımayı reddediyor veya gevşek bir Türk- Rum Konfederasyonunu kabul etmiyorsa, geriye kalan şu iki çözümden hangisini düşünüyor?
A) Kıbrıslı Türklerin 1963 öncesinde yaşadıkları köylere geri dönmelerini mi, yoksa B) Kıbrıslı Türklerin 11 yıl mahsur kaldıkları enklavlara geri dönmelerini mi?
Son Söz:
TC hükümeti ve Cumhurbaşkanı Talat bu gerçeği mutlaka dikkate almalı!..
25 Kasım 2009 Çarşamba
KKTC SEMPOZYUMU HAKKINDA
Mustafa Nevruz SINACI

Bizim de bir bildiri ile temsil olunduğumuz “KKTC’ni Koruma Derneği”nce hazırlanıp, düzenlenen “KKTC’nin Statüsü Sempozyumu” 15 Kasım 2009 günü, çok başarılı bir organizasyon, katılım ve yönetim bakımından fevkalâde bir şekilde tamamlandı.
Ben, kısmen de olsa devem eden rahatsızlığım nedeniyle katılamadım.
Bundan dolayı elbette çok üzgünüm ve çok şey kaybettiğimin farkındayım.
Fakat Dernek yetkilileri gönderdiğim “bildiri”mi sunmak nezaketini gösterdiler.
Minnettar ve müteşekkirim.
Başta “Milli Dava Kıbrıs” olmak üzere; “Sivil İnisiyatif” yani, HALK tarafından “KKTC’nin hukuki statüsü ve geleceği” yönünden belirleyici bir irade ve kararlılığın ortaya konduğu bu toplantı, her türlü takdirin üstündedir. Bu aksiyonla büyük bir başarı ve güçlü bir iradeye imza atılmıştır. Böylece, yıllardır süregelen oyunlar bozulmuş ve gerçekten, kanının son damlasına kadar Türk, Kıbrıslı kardeşlerimizin sesi-soluğu, yiğitçe haykırışı duyulmuştur.
Umarım artık, eli kanlı, insanlıktan nasipsiz, mertlikten aciz, kahpe, sinsi ve kurnaz ‘AB, Rum-Yunan’ ikilisi ‘birleşik Kıbrıs’, ‘iki toplum tek devlet, kalıcı barış’ gibi Kazıklı Voyvoda (vampir) tuzakları, iğrenç yalan ve mürai teranelerini seslendirmeye cüret ve cesaret edemeyeceklerdir. Bunun daha bir kalleşçesi var. Sanki ortada bir sorun yaşanıyormuşçasına bu teraneleri üç maymunlar misali ‘hayâsızca’ tekrarlayıp duran dâhili bedhahlar.
CEMİL ÇİÇEK’İN REST’İ:
KKTC’nin 26. kuruluş yıldönümü töreninde Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek, “Kıbrıs meselesini Türkiye'nin AB politikasının önüne koyarak, eğer birileri 'Ya (KKTC) Kıbrıs ya AB' diye düşünüyorlarsa Türkiye'nin tercihi, sonsuza kadar Kıbrıs Türk’ünün yanında olacaktır. Bunu herkes iyi anlamalıdır” diye rest çekerek hükümet görüşünü açıklaması, Türkiye açısından yerinde, olumlu ve sevindiricidir.
Bu, TC devleti ve RTE (AKP) hükümeti adına “çok net bir taahhüt” ve “mutlak surette bağlayıcı” bir açıklamadır. İşbu taahhüt aksine, AB, GKRY Rumları veya Yunanistan lehine, ada Türkleri (KKTC) aleyhine bir adım atılması, eylem, söylem vaat veya (açık-gizli) taahhüt eğilimine girilmesi; Cemil Çiçek’in mensup olduğu parti ve hükümetin iki yüzlü, hain ve dış patentli olduğu anlamına gelir.
VELEV Kİ!
Böyle bir emelin şu an için dahi varlığı AKP meşruiyetini ilgaya kâfidir.
Cumhurbaşkanı Mehmet Ali Talat, ise "Kıbrıs'ta çözüm, bizim insanlığa yapabileceğimiz en büyük katkıdır", "Kıbrıs Türk halkı, bu güzel adayı sizinle paylaşmaya hazırdır. Gelin, çözüm çabalarımıza siz de katkı koyun; güzel adamızın bir dostluk ve işbirliği adası olmasını engellemeyin" tarzında konuşması,.utanç ve hicap verici.
Bu sözler ancak bir işbirlikçiye yakışır. Yazık, çok yazık!..
RUM KÜSTAHLIĞI VE SÜNEPELİK!..
İkiyüzlü, kalleş ve kahpe Yunanlı, bir yandan Akritas plânı ve Megale idea’yı dayatır, diğer taraftan, büyük Yunanistan hayallerini İyonya (Anadolu) üzerine kurar, bunu ders kitaplarına yazar ve (kendince mert ve cesur) küstah bir tavırla açıklarken;
“Kıbrıs Türk’ün Milli davasıdır. Taksim ihanet, ortaklık felâkettir..Kıbrıs’ın tamamı Türk olmak ve Türk kalmak zorundadır. Kıbrıs Türk’ün kan hakkı, can hakkıdır, şüheda emanetidir. Stratejik olarak Anadolu’nun “KİLİTTAŞI” dır.
Büyük ATA; Mustafa Kemal Atatürk, başta Kıbrıs olmak üzere Ege’de 12 Ada’lar ve Selanik dâhil Batı Trakya’nın alınmasını vasiyet etmiştir. Bu vasiyet mutlaka yerine getirilecektir..”
Diyecek kadar mert ve TÜRK bir siyasetçimiz yok mu?
Türk’e Talat gibi konuşmak düşmez, Çiçek’te sözünün eri olmaya mecburdur.
Neyse ki, aşağıda arz edeceğim “Kapanış Bildirisi’ni” okuyunca biraz ferahlayacak, ama yine de, ‘bizi resmen temsil edenler yönünden” bu kaygı, menfi kanaat ve geleceğe dair derin endişeyi paylaşacaksınız. İşte buyurun:
“KKTC’NİN GELECEĞİ VE
STATÜSÜ SEMPOZYUMU”
KAPANIŞ BİLDİRGESİ

Toprak birliğine, egemenliğe, demokratik bir işleyişe ve kurumları oturmuş (yerleşik) bir siyasi yapılaşmaya sahip ve kendi kaderini belirleme hakkı bulunan bir “Halk” oldukları, en son 2004 Annan Planı’nda uluslararası hukuk kurallarına uygun olarak bir kez daha tescil edilen Kıbrıslı Türklerin, 15 Kasım 1983 yılında kurdukları “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti” (BM Anayasası, uluslar arası antlaşmalar ’Londra, Zürich, Garanti’ ve sözleşmeler ile Hukuk-u düvel ‘evrensel hukuk’ gereği, dört başı mamur ve noksanlıktan münezzeh) yasal statüde bir devlettir.
Cumhurbaşkanı Sayın M. A. Talat’ın açılış konuşmasında “Yeminime sadığım, asla teslim olmayacağım” vurgusu ile dile getirdiği “Müzakerelerin hedefi KKTC’yi kurmak değildir. KKTC bir gerçektir” sözleri, tanınma stratejisinin artık seçeneksiz tek gerçek olduğunu göstermektedir.
Bağımsızlıklarını iki kez ilan eden Kosova Arnavutlarının, soğuk savaş sonrasında dünya siyasi konjonktüründe oluşan değişimi kullanarak üçüncü kez ilan ettikleri Cumhuriyetleri, aksi yöndeki bir BM Güvenlik Konseyi kararına rağmen BM Güvenlik Konseyi’nin daimi üyelerinin de dâhil olduğu altmış beş ülke tarafından tanınmıştır.
(KKTC’nin uluslar arası camiada tanınması önünde de hiçbir engel yoktur)
KKTC’yi Koruma Derneği’nin düzenlediği;
“KKTC’nin Statüsü” konulu sempozyumun katılımcıları ve sempozyum organize komitesi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin varlığını deklare etmenin ikinci aşaması olan tanınma stratejisinin ertelenmeksizin yürürlüğe sokulması gerektiği kararını almıştır.
(Bu vecibe; Ana Vatan Türkiye Cumhuriyeti ve meşru Türk hükümeti ile özgür iradeye sahip bütün Türk-İslâm ülkeleri için kaçınılmaz bir görev ve mutlak bir vazifedir. İçinde bulunduğumuz dönem itibarıyla Türkiye’nin, geçici de olsa “BM Güvenlik Konseyi üyesi” olması tarihi bir fırsattır.
Bu fırsat çok iyi kullanılmak ve değerlendirilmek zorundadır.)
Bu anlamda, Cumhurbaşkanı Talat ve Rum lider Hristofyas tarafından sürdürülen görüşmelerin tamamlanması sonrasında “KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ” nin tanıtılması ve Birleşmiş Milletlere üye bağımsız bir ülke statüsünde varlığını devam ettirmesi çalışmalarının başlatılmasını hedefleyen “KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ’NİN TANITILMASI” dönemine girilmesi, “KKTC’nin STATÜSÜ” sempozyumu’nun “Kapanış Bildirgesi” olarak kararlaştırılmış ve bu fikir birliğinin;
Dünya, Türkiye ve KIBRIS TÜRK HALKI’NA duyurulması kararı alınmıştır.”
İşte mesele budur.
Hayırlı olsun.
“EBED-MÜDDET” Başarılar diliyor;
Bildiriye bütün kalbimizle katılıyor,
Ve “KKTC’Nİ KORUMA DERNEĞİ” Sayın Başkan ve üyeleri ile Sempozyuma katılarak “bu istikamette karar ve kanaat beyan eden” değerli kanaat önderlerimizi yürekten kutluyorum.
KURUMSAL GASP VE KUL HAKKI
Mustafa Nevruz SINACI

Türkiye Cumhuriyeti, tarihi boyunca hiç görülmemiş uygulamalarla sarsılmakta!..
Katmerli vergiler, haraç mesabesinde harçlar ve hukuk dışı KDV+ÖTV vurgunu, .
Kaynağında vergilendirilmiş kazançtan, müteakip temlik-edinim, alım ve tasarruflarda “tekrar-tekrar” ve defalarca vergi almak. Bu suretle vatandaşa zulmetmek, alenen ve resen haksızlık ve yolsuzluk suçunu hükümet olarak fiilen işlemek… Kamu kurum ve kuruşları, ile bağlı iştirak, işletme ve “her ne kadar özel teşebbüs olsalar bile” resmen devletle ilişkili teşebbüslerde, ayniyle vaki usul, esas, tarh-tahsil ve uygulamalara engel olmamak!...
Bilâkis, hiçbir hukuki, anayasal, evrensel ve insani gerekçesi, her hangi bir gerçekçi, akılcı, makul-mantıklı dayanağı olmayan bu antidemokratik edinim, uygulama, haksız tahsilât ve tasarrufları “kanun” çıkartmak suretiyle korumak, kalıcı kılmak ve sözde yasallaştırmak!..
KAMU ADINA HAKSIZ EDİNİM VE CÜRÜM
Kamu finansmanı amacıyla halktan “çok ağır” vergi tarh, takip ve tahsilâtına rağmen; Hukuk-ahlâk, mantık-mantalite olarak “% 100 kamu hizmetin mütemmim (tamamlayıcı-bütünleyici) unsurlarından; bedel, ücret, aidat, bağış, fon, katkı payı, özel idare hissesi, salma, harç-haraç, sabit ücret, seyyar ücret, döner sermaye gibi, rızaya aykırı ve mesnetten yoksun, spekülâtif “cebri tahsilâtlar yapılması” insan hakları, adalet ahlâkı ve hukuka aykırıdır.
Üstüne üstlük; Devlette istatistik işleri, sabit ücretliye zam kriterleri, eşit işe, eşit ücret, müktesep hakkın korunması gibi, adaletsizlik ve eşitsizliğin derin uçurumlar yaratığı “temel insan haklarına” aymazca ve pervasızca riayetsizlik had safhadadır.
En vahim olan tasarruf, alçakça, acımasızca ve zalimane hak gasp’ı ise:
Elektrik (aydınlanma), Su, Doğalgaz (ısınma), Benzin-Mazot (üretim-ulaşım), Telefon (haberleşme), Konut-Kira (barınma), Eğitim ve Gıda (beslenme) gibi; En başta YAŞAM’ın, sonra da sanayi, tarım, ticaret-ziraat, zanâat-iktisat ve sair bütün toplumsal sürecin TEMEL GİRDİLERİ, hayati unsurları ve vazgeçilmezleri olan mal ve hizmetlerde;
Haksız vergi (KDV-ÖTV), fahiş kâr uygulamaları!...
Artı: Vatandaş aleyhine “maliyet arttırıcı” edinim-iktisap ve tasarruflar!..
Araya özel şirket ve ortaklıklar konulması gibi aleni ihanet ve hainlikler…
Başvuru, sınav, kayıt, talep, takip, tahsis ücretleri..,
Bu, her köşeye bir Deli Dumrul dikmek ve köşe başlarını haramilerle tutmaktır!..
Ve nihayet:
Maliyetine arzı zorunlu kamu hizmetinden kâr gözetmek suretiyle; “Devletin malı deniz, yemeyen domuz” zihniyetini güdenler ile “vatandaş koyun, devlet dediğin bir oyun, geleni soyun, gideni soyun” anlayışını, kendilerine şiar edine hırs, ihtiras ve kapris ehli kene, domuz taifesini tatmin vasıtasına dönüştürmektir.. Ki, bu ağır bir küfür ve insanlık suçudur…
BÖYLE BAŞLAMIŞTI!..
1970’lerde Süleyman Demirel “Finansman Kanunları” namıyla adı ilk kez duyulan akıl, mantık, ahlâk ve hukuk dışı vergiler, yasa zoruyla gasp ve cebri harç kanunları için harekete geçtiği zaman, yer yerinden oynamış ve kıyametler kopmuştu. AP depremler yaşadı. 72’ler harekâtı patladı, 41’lerle büyük sarsıntılar yaşandı. AP bölündü ve mâkus talih sürecine girdi. DP kuruldu. Merkez parçalandı. İktisadi deprem, siyasi krizlerle derinleşti, depreşti ve şimdilerde iyiden iyiye kronikleşti.
Şimdi Türkiye Cumhuriyeti Devleti öyle bir hale geldi ki;
- Hak, adalet ve hukuk anlamını, mutlak etki ve belirleyici gücünü yitirdi.
- Elli yıldır hükümetlerin hâkimiyet (adaletle yönetim) ilkesi eridi ve yok oldu.
- Ülkemiz dâhili ve harici bedhahlar tarafından; Resmi-gayri resmi, açık-gizli/örtülü;
İktisadi, siyasi, sağlık, sosyal, kültürel.., Hasılı her yol ve yöntemle soyuluyor, sömürülüyor, vakıa soygun ve vurgun günden güne büyüyor. Dahası ülkemizin değerleri, eserleri ve son yıllarda her türden hayvanları kaçırılıyor. En az insanlarımız, sevgili ve değerli halkımız kadar, Allah’ın bir lütuf ve emaneti olan hayvanlarımızda baskı, tehdit, zülüm, işkence ve tehlikeye maruz bulunmaktadır!..
“Ülkemizden CONI ler, KONI ler eliyle yurt dışına, Kedi’ler, Köpek’ler ve her türden çeşit, çeşit hayvanlarımız kaçırılıyor. İşin garibi dernekler ‘ülkemizin kedi-kopek ve hayvanlarını kurtarın’ diye bunların ülkelerine yalvarmakta; bu katil Coniler ve Koniler ise ülkemizi “BARBAR MILLET” ve “PIÇ’LER” diye ifade edecek kadar alçalmakta ve yurt dışında en iğrenç biçim ve iftiralarla ülkemizin protestolara maruz kalmasına neden olmaktadırlar. Hükümetin çıkarttığı Hayvanları Koruma Yasası ve mevzuatı işlememektedir. Yönetimler ve yöneticiler şu anda, değil öz yurttaşlarını, ülkenin hayvanlarını bile korumaktan acizdir. Hatta bunlardan bazıları hayvanlarımızı dışarıya peşkeş çeken kaçakçılarla birlikte olmakta ve onlarla düşünce ve eylem birliği içinde müşterek çalışabilmektedir.” (H.Ş,, Hayvan Hakları Savunucusu)
"UMUT TACİRLİĞİNİN KAMU ELİYLE UTANÇ VERİCİ TEZAHÜRÜ"
İşte güncel Belge: TMMOB Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Soğancı’dan,
“Halk Bankası Krizi Fırsata Çevirdi:
Ülkemiz, son iki yılda 3,5 puan artan işsizlik oranıyla, işsizliğin en hızlı arttığı 54 ülke içinde 11‘inci sırada. Resmi rakamlarla % 13.4 olan işsizlik oranı, iş bulma umudunu yitirdiği için iş aramayanlar da hesaba katılınca yüzde 20‘lere ulaşmakta. Odamız araştırmalarına göre son 2 yılda her 4 mühendisten biri işini kaybetmiştir. Yaşadığımız işsizlik gerçeği bu derece yakıcı iken bir kamu bankası olan Halk Bankasının 2500 kişi için açtığı sınavda kişi başına 50 TL alması, ülkemizde insan hak ve özgürlüklerini hiçe sayan umut tacirliğinin kamuya kadar sıçramış, son derece düşündürücü bir tezahürüdür. Halk Bankasının işsizlerin iş umudundan ticari kazanç sağlamaya dönük uygulaması insan hakları ve onuru açısından kabul edilemez..
Banka’nın 21 Kasım 2009 günü Türkiye’nin 17 il ve bölgesinde yapacağını duyurduğu sınavda “masraf” adıyla kişi başına 50 TL tahsil etmesi, bu parayı yatırmayı sınava giriş ön koşulu olarak belirlemesi ve her sınavdan 50 TL alması ülkemizde "sosyal devlet anlayışının", vatandaş-kamu ilişkisinin, insan hak, özgürlük ve onurunun ne denli ayaklar altına alınmış olduğunun son canlı örneğini teşkil etmektedir.
Anayasanın 49. maddesinde de belirtildiği gibi çalışmak herkesin hakkı ve ödevidir.
Ülkemizde bu hakkını kullanamayan ve talep edemeyen 5 milyona yakın işsiz yaşamaktadır. Bunlara işsizlik sigortası uygulaması son derece sınırlı sürede ve asgari ücret seviyesinde yapılırken, işsiz insana iş sağlama sorumluluğunu taşıyan bir devlet kurumu, istihdam yaratırken oluştuğunu iddia ettiği maliyeti işsizlere yüklemeye çalışmaktadır.
Kaldı ki; bu bir istihdam sınavıdır. Kendi kurumsallığını devam ettirmek için eleman seçen bir kurum ortaya çıkan tüm sınav maliyetini yüklenmek zorundadır. Oysa Halk Bankası 2500 kişilik kadro için binlerce başvuru almış ve işsizlerden topladığı 50 TL‘lerle (basına yansıyan bilgiye) göre 18 Kasım itibarıyla 17 milyon TL‘lik bir fon oluşturmuştur. Diğer yandan; kamu kurumu olan Banka bu sınavda KPSS sonuçlarından yararlanmamaktadır. İşsiz insanlarımız her yıl KPSS sınavlarına girerek istenen harç ve masrafları yapmalarına karşın neden KPSS sonuçlarından yararlanma yoluna gidilmemektedir? Bu tutumuyla kamunun, işsiz, aç insanların son paralarını alarak, onları doldurduğu gemilerde deniz ortasında terk eden, insanlık suçu işleyen umut tacirlerinden bir farkı var mıdır?
İşsizliğin kıskacında, borçlarıyla, açlıkla ve umutsuzlukla boğuşan genç insanlarımıza bu onur kırıcı muameleyi reva gören bir devlet anlayışı olabilir mi? Ayrıca aynı yeteneklere sahip ancak bu sınava verecek 50 lirası olmayan bir gençle, parası olan gencin eşit koşullarda yarışamadığı bir ortamda kamu adaleti ne kadar sağlanmış demektir? Birçok üyemizin de başvurduğu ve bu uygulama karşısında tepkilerini meslek odalarına ilettikleri bu uygulamanın hemen durdurulmasını, toplanan paraların ivedilikle iadesini ve böylesi bir durumun bir daha yaşanmamasını istiyor, gereği için tüm yetkililere ve kamuoyuna duyuruyoruz.” 19 Ekim 2009 Pazartesi
“TARİH KOMİSYONU”
Mustafa Nevruz SINACI

Mesele, Revan’da oynanan Ermenistan-Türkiye maçıyla başladı gibi!..
Sonra, Bursa’da Türkiye-Ermenistan maçı…
“Açılım” kategorisine yeni eklenen Ermenistan’a kapı açılması ve normalleşme konusunda Halk Partisinin sahibi Deniz Baykal, bir ara ne dedi?
“Bu, konjonktürün zorunlu kıldığı, Türkiye’nin de gereğini yapma konusunda baskılara maruz kaldığı, doğrusu, mecbur edildiği bir konudur!...”
Demek ki Recebin “kamera istemem” feryadının sebebi bu olsa gerek.
İşin içinde iş, oyun, saklılık ve gizlilik var. Baykal işkillenmekte haklı,
Çünkü o’da, ‘gizliliğin nemenem melânet” olduğunu artık iyi biliyor.
Yani maç, durup dururken “Ermeni Açılımı”na dönmedi herhal…
Mesele, binlerce dönme, devşirmenin, bizzat infaz ettikleri, iyi vatandaş Hrant Dink’in cenazesinde “biz Ermeniyiz” diye haykırma “nedenlerine” kadar gidiyor.
Hatta, o kadar la da kalmıyor, çok öncesi bile var.
YOKSA; Takım ruhu, futbolun gücü, barış için spor falan hikâye.
Maç’tan anladığımız tek şey: Açıkça, mertçe, erkekçe ve dürüstçe oynandığında, sahada Türk kazanır. Türk düşmanları bunu çok iyi bildiklerinden, daima Türk’e ve Türkiye’ye karşı ikiyüzlü, içten pazarlıklı, kahpe ve kancıktırlar.
Anlayacağınız, takım çatıştırmaktan maksat bambaşka idi, olmadı.
Yani; “uşaklığı öğrenemeyen Türk” daima batının bir yerlerine batar.
Tarafların rakip takım dedikleri Türk çocukları, çok akıllı oynadı. Takımın oyun düzeni mükemmeldi. Bütün tertip ve teşebbüslere rağmen oyunculara müdahale etmek mümkün olmadı. Sonuçta senaryo ters tepti. İstenmeyen oldu. Türkiye kazandı. Aferin. En azından biz, tribünlerden gerçekleri gördük. Ve bir de baktık ki!...
“Ermeni protokolünde sınırların açılması yanında öyle bir hüküm var ki, tam rezalet. "Tarih Komisyonu" kurulmasıyla ilgili madde, Türk, Ermeni, İsviçre ve Fransız tarihçilerinin toplanmasını öngörüyor. "Türkler Ermenilere soykırım yaptı mı yapmadı mı" diye araştırıp bir karar verecek olan komisyon bu!. Tam komedi, rezalet, fecaet…
Türkiye baştan 3-1 mağlup.
Bir Frenk oyunu bu, frengili necis, kalleş ve iğrenç!..
Ermeni, İsviçreli, Fransız tarihçiler ‘Soykırım olmadı’ diye mi rey verecekler?
Bir kere bu ülkelerde demokrasi yok. Üstelik ‘Türkler Ermenilere soykırım yapmamıştır’ demek yasaktır. Aksi takdirde İsviçre ve Fransa mahkemeleri derhal hakkınızda cezai takibe girişir. TTK Başkanı Halaçoğlu için mahkeme tutuklama kararı vermedi mi? İsviçre ve AB'nin talebi üzerine AKP, Halaçoğlu'nu TTK Başkanlığı'ndan da attı. "Ermeni soykırımı yalandır" açıklaması yapan İP Genel Başkanı D. Perinçek de İsviçre Mahkemeleri tarafından mahkum edilmedi mi?...
Şu hale nazaran, AKP Hükümetinin "Tarih Komisyonu" kurulmasını öngören protokolü imzalaması çok vahim sonuçlara yol açacak bir hatadır. Bu, açıkça hain bir tuzak olup; mezkür komisyondan Türkiye aleyhine karar çıkacağı kesindir.
Karar çıktığı zaman da AKP’nin bu gaflet-dalalet eseri yahut bilerek, oyunun bir parçası sıfatıyla üstüne atladığı bu tuzakla Türkiye “soykırım yaptığını” kabul etmek zorunda kalacak ve Komisyon kararı Türkiye'nin soykırım yaptığını tescil edecektir.
Yani böylece, AKP sayesinde tüm dünya önünde mahkum edilmiş olacağız.
Çünkü AKP hükümetince imzalanan protokol (TBMM’de onaylanması halinde) gereği kurulmuş bir komisyon karar vermiş olacaktır... Kararla AKP sayesinde Türkiye köşeye sıkıştırılacak, sonra toprak ve tazminat talepleri peş peşe gelecektir.
Yani AKP tarafından açılan kapı doğrudan SEVR’e açılmaktadır biline.
***
MİLLİ DAVA DÜŞMANLIĞI
Mustafa Nevruz SINACI

Art arda gelen açılım bombardımanları medyada ciddi bir sersemliğe yol açtı.
Kafalar karıştı. İlkeler sarsıldı. Ezberler bozuldu.
Etnik kök, gerçek din, (fanatizm) örtülü nesep, gizli meşrep, kadim efendi, sözde ilke ve esaslar deşifre oldu.. Düğmeye basıldıktan elli yıl sonra şimdi mal meydanda. Her gün bir başka veçhesiyle (yönüyle) açılıp, saçılma sürüyor.
Beklenir süreçte öyle bir evre başladı ki, neticesi düşman başına.
Üstelik, namuslu-dürüst, onurlu-sorumlu Türk vatandaşları ile hakiki, samimi, muttaki Müslümanlara karşı!... Hem de Ermeni’si, Rum’u, Yunan’ı, Yahudi’si dâhil AB ve ABD nam örgütlenmiş bilumum devletleşmiş suç örgütleri, kan emici kene ve vampirler ile…
Onlar, bütün dünyayı sarsan ‘küresel krizi’, soygun ve vurgunlarıyla yarattılar..
Çılgın hırs, ihtiras ve bencillikleri durmak, ateşle dolası karınları doymak bilmiyor.
Bil-umumu, fakir-fukara, garip-guraba üzerinden yat-kat, at-araba ve gemi sahibi oldu. Başta din tüccarlığı, misyon tacirliği, insanlık-hak, adalet ve hukuk istismarını meslek ve meşrep edindiler. Milletleri tahrik, istikrarı tahrip ve devletleri tarumar; İlâh, ilâç ve silâh ticaretinden devasa edinim, gasp ve irtikap, nitelikli dolandırıcılık ve soygunlar yaptılar.
İnsanlık, bu sinsi düşmanlık, derin kalleşlik, doyumsuz hırs ve ihtirasın bedelini çok ağır ödedi. Ödemeye devam ediyor ve “kendine gelmedikçe” de ödemeye devam edecek. Genelde küresel ısınma, açlık-yokluk, sefalet-cehalet, kuraklık, hastalık;
Özelde: Milli değer, şahsiyet-haysiyet ve karakter kaybı, kölelik ve uşaklıkla…
Yani bir nevi “domuz garibi” sürüler gibi..
Örneğin: Bizde milli tarih ve milli hafıza saldırıya uğradı,. Milli dava’lar alaya alındı, rencide edildi. Aslında izafi olan sosyoloji, psikoloji ve mantık bilimleri ile üzerinde en çok oynanan tarih (vakıa) ilmi, şüphe, şaibe, yalan-iftira ve tereddüt bulutlarıyla örtüldü.
Metafizik, tarikat ve tasavvuf menfur emellere alet ve istismar edildi.
Elli yıl öncesine kadar Mustafa Kemâl Atatürk’ün “Türk demek; Türkçe düşünmek, Türkçe konuşmak ve Türkçe yaşamaktır. Ne mutlu Türk’üm diyene.” Vecizesi ayniyle söylenir, bütün yurttaşlar tarafından ‘mürşit ve düstur” kabul edilirdi. Sonra söz, önce sebep-hikmet, anlam ve dayanağından soyutlandı. Geriye, ihtiyat-tedbir ve yatırım maksatlı (strateji ve taktik gereği) “Ne mutlu Türk’üm diyene” bölümü kaldı.
Şimdi, “sen, ‘Ne mutlu Türk’üm diyene’ dersen, öteki de‘ne mutlu Kürt’üm, Lazım, Arnavut’um diyene’ diyecektir. Bu nedenle söz dağdan taştan silinmeli, minarelere mahya olmamalı, her bir yerden kazınmalı... İlkokul öğrencilerine de sabahları “Türküm, doğruyum, çalışkanım…” parçası söyletilip, öğretilmemeli. Bu tahrik ve bölücülüktür” diyorlar!...
OLUŞLAR YENİ “EMRİVAKİ” DEĞİL !...
Gerçekte bu öyle pek yeni bir olgu değil. Evveliyatı, kökleri var.
Bu nedenle, kasıtlı olarak yaratılan ‘kavram kargaşasını’ bir yana itip, olanlara ve olaylara bilimsel bakmalıyız. Tarih ne diyor? Doğa ne anlatıyor? Eşyanın tabiatı ne!...
Bunlar çok önemli. Çünkü: Huzur, istikrar ve insicam üzere olan bütün milletler “Milli Devlet” üzere vardır. Milli devletler ‘milli davalar ve milli idealler” temelinde yükselir.
Milletlerin tarih içinde ebed-müddet varlıklarını korumaları, milli davaları diri, sağlam ve canlı tutmaları, akılcı, cesur ve gerçekçi milli stratejilerinin olması ile mümkündür.
Yakın tarihimizin strateji üstatları Osmanlı idi.
Şimdilerde Osmanlı’nın yerini ABD ve AB aldı.
Japonya, Çin ve Rusya onlardan sonra gelmekte..
Üstelik, çağımızın küresel stratejileri, başta ekonomik (emperyalist-vahşi kapitalist), sosyal (önceden seçilen yaşam ve sömürge alanlarında meskun milletleri huzursuz, geçimsiz, daimi stres ve gerilim içine sürüklenircesine bir hayat, manâ, din, moral ve motivasyon olarak yozlaştırma), kültürel (hedef kitleyi milli değer, örf, adet, gelenek ve doğal-yerleşik yaşam biçiminden uzak bir deformasyona itme, kültür emperyalizmi ve psikolojik savaş yöntemleri kullanılarak yabancı dille eğitim yapılan kolejler açarak kimliksizleştirme, kişiliksizleştirme) ve siyasal (iç dinamikleri deforme edip, millet iradesini hiçe sayacak, objektif süjeleri ortadan kaldırıp, milli hassasiyetleri gönüllü olarak yok edecek yöneticiler yetiştirmek…
BİLGİ ÇAĞI İSTİSMARCILARI!..
Özgür bilim, fazilet anlamında Cumhuriyet ve demokrasiye aykırı olarak;
“Bilim” sözcüğü ve “Bilgi Çağı” kelimelerini sıkça kullanarak!…
Ülke içinde uşaklar ve paraya tapan, zayıflık ve zaaflar ile malul ortaklar edinmek.
Siyasal, sosyal, dinsel ve ırkçı-bölücü, iş birlikçi akımlar yaratarak, ayrımcılık, anarşi ve terörü körüklemek. Küresel güç veya bunlara partner olmanın anlamı maalesef budur.
Diğer bir anlamda insanlık aleyhine hareket etmek ve faaliyet göstermektir.
Yukarda açıkladığımız sözde “büyük” strateji devleri işte böyle yapmakta, kirli oyunlar oyunlarla bu alanlarda, hukuk, ahlak ve insanlık aleyhine faaliyet göstermektedirler.
Başta ABD olmak üzere çoğunda, bu amaçla oluşturulan ve adına ting-teng denilen modern, kapsamlı, çok zengin ve büyük imkânlarla beslenen, desteklenen düşünce kuruluşları vardır. Bu tür düşünce kuruluşları hükümetler adına stratejiler ve senaryolar üretir;
Aynı zamanda bu senaryoların uygulanmasına nezaret edecek uzmanlar da yetiştirirler. TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ
Yani, senaryo içindeki gerçek görevleri toplum mühendisliği’dir.
Toplum Mühendisliği; Bir toplumu ezmenin, çok ucuz ve sorunsuz olarak iliklerine kadar soymanın, karın tokluğuna hayvan (eşek) gibi çalıştırmanın ve sömürmenin ileri, çağdaş ve modern adıdır. Maalesef buna da, insan hakları, adalet ve hukuka aykırı olmasına rağmen “meslek” denilmektedir.
Şu anda maksimum hızla hayata geçirilen ve uygulanan “yenidünya düzeni”, “küresel emperyalizm/yeni sömürgecilik), “NAFTA”, Dünya Bankası, IMF, Dünya ticaret merkezi ve ABD’nin “11 Eylül ikiz kule” olayları hep bir senaryo ürünü ve emperyalist güçler tarafından “haçlı (yağmacılık) ruhu ile üretilerek” üretilerek, insanlık aleyhine ve fakat belirli güruhlar lehine uygulanan, ağırlıklı, büyük stratejilerdir.
Burada “güruh” dan maksat: Herhangi bir din, inanç, mezhep yahut milliyet farkı gözetmeksizin, bütün dünyayı yönetmeye kalkışan ve sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen sözde “aile” bağlamında örgütlü mahlukat kast olunmaktadır. Ki, bunların en belirgin özelliği, hak, hukuk ve adalet düşmanı olmaları ve bütün inançlar bazında genel din tüccarlı (dinler arası diyalogculuk) yapmalarıdır.
***
MİLLİ DAVA (!) KIBRIS
Mustafa Nevruz SINACI

Türkiye, emperyalist bir devlet değildir.
Kuruluş ilkeleri ve ilk (1924) anayasası gereği emperyalizm karşıtıdır.
Gerçek, samimi ve tarihi politikaları da…..
Kaldı ki, dünyanın en büyük emperyalist devletlerine karşı verilen bir “kutsal savaş ve efsanevi direniş” sonucu kurulmuştur.
Bu manâdan mülheme olmak üzere adı: İstiklâl Savaşıdır.
İstiklâl Savaşı, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük strateji dehalarından biri ve O’nun önderliğinde Türk Milleti tarafından başarılmıştır.
Bu nedenle “dâhili ve harici” bedhahlara (gizli) düşmana karşı daima hazır ve nazır olmak Türk milletinin genlerinde vardır. Şiarımız: “Hazır ol cenge her daim, eğer istersen yurtta ve dünyada barış” ilkesidir. “Yurtta sulh, cihanda sulh” vecizesinin hakiki manâ ve münderecetı ayniyle budur.
Nitekim “Kurucu ATA” M. Kemal Atatürk Türk genliğine emanet ve vasiyetinde: “Ey Türk gençliği! Birinci vazifen, Türk istiklâlini, Türk Cumhuriyet'ini, ilelebet, muhafaza ve müdafaa etmektir..” emrini vererek, bilvesile milli cevherin öz, kaynak ve asıl dayanağını da belirtmiştir: “Muhtaç olduğun kudret, damarlarındaki asil kan’da mevcuttur” ..
Nedendir bu vasiyet?
“Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur.
Bu temel, senin, en kıymetli hazinendir.”
İŞTE SEBEP BUDUR!...
Lâkin Türkiye’de henüz strateji kurumları ve düşünce kuruluşları yoktur.
Çünkü hem varlıkları istenmez ve hem de hükümetler bunları desteklemez.
İç düşmanlar (dâhili bedhahlar) halkın asla ve hiçbir zaman, örneğin bir Kıbrıs gibi milli davalar gütmesini ve bunları sahiplenmesini istememişlerdir.
Aksine “milli” damgalı her şeye karşı çıkmışlar ve düşmanlık etmişlerdir.
Bunların başında: Milli Devlet, Milli Ordu ve Milli Anayasa gelir.
ANAVATAN’IN MİLLİ DAVALARI!...
Bu unsurlar 27 Mayıs isyanı ile anayasa ve cari mevzuattan kazınmıştır. Adları zoraki “milli” lâfzı içeren Milli Eğitim ile Milli Savunma bakanlıklarının isimlerini hiçbir zaman hazmedememişler; Bu kurumları içten çökertmek, milli-ilmi ve manevi değerlere karşı tahrip, tahkir, tezyif ve tekzip görevleri yaptırmak en büyük emelleri olmuştur. Bu sebepledir ki Milli Eğitim diplomalı binlerce hırsız, yolsuz, sahtekâr, anarşist ve terörist AB tarafından iftiharla himaye edilmektedir. Ordu içinde de, maalesef, uluslar arası Yahudi tarikatı olan masonluk, hırsızlık-yolsuzluk, rüşvet-iltimas, suiistimal ve asker aileleri bağlamında namussuzluk yer, yer mümkün vakıalar arasında yer almakta; namaz ictimaları, İslâmi yemin ve İmam kadroları kaldırılmış bulunmaktadır. Bunlar “Milli ordu ve Peygamber Ocağı” kavramlarına vurulmuş kahredici darbelerdir.
DAHİLİ İZOLASYONLAR!...
Netice itibarıyla Türk devleti ve siyaset hayatının derinlerine nüfuz etmiş “gayri milli unsurlar” Milli strateji üretmenin, milletçe “milletlerarası organizasyonlara” taraf olmanın, “bir dünya devleti gibi”, halkı zenginleştirecek, refah ve saadet içinde mutlu kılacak, adalet ve hukuk standartlarını evrensel bazda yükseltecek tarzda hareket etmenin de karşısındadırlar. Bunlar, genellikle dönme ve devşirmedir.
Türklüğü ve İslâm’ın yüceliğini idrakten aciz kalmışlardır.
Kimlik ve kişilik yoksunu olduklarından dolayıdır ki “partner”liğe bayılırlar.
İşte bunlar (dahili bedhahlar) nedeniyle zorunlu alanlarda basit güncel politikalar, yaşanan sorunlara karşı alternatif projeler ve çözüm önerileri üretebilecek milli ve mukavim AR-GE’ler bile henüz teşekkül ettirilememiştir..
Mevcutlar “sürgün yeri” olarak kullanılmaktadır.
Dışişleri teşkilâtı ise hâla “monşerlere” teslim.. Yani milli değildir!...
Bu nedenle AİHM sürekli aleyhimize çalışıyor, siyasi kararlar üretiyor ve TC’yi tüm dünya karşısında taciz ederek, küçük düşürüyor. Türk milleti ve evrensel hukuk’un en temel hak ve stratejisi “mütekabiliyet”, “mukabil hak”, “ecri misil”, “misilleme” ve “mukabele-i bil misil” gibi, hak, adalet ve hukuk’ betimleyen kavramlar Dışişlerinin lügatinde yok!...
Neden acaba? Yoksa biz hâkim ve hükümran “özgür” bir devlet değil miyiz?..
Yahut sorun, sadece “milli” meselesinden mi kaynaklanmakta? Oysa!...
Başta, GB antlaşması ile kaybedilme yoluna girilen Kıbrıs, 12 Adalar, (adalar hükümetler ve dışişleri bakanlıklarının gözü önünde) Lozan Antlaşmasına aykırı olarak silahlandırılmış, her bir adaya askeri yığınak yapılmış, Anadolu’yu rahatlıkla vurabilecek menzilde füze rampaları ve askeri hava alanları inşa edilmiştir. Hava sahası konusunda da Yunanistan pusudadır. Önü alınamadığı takdirde Türkiye açık denizlere çıkması engellenecek ve bir kara devletine dönüştürülecektir.
Hükümetler tam bir korkaklıkla bu MESELELERE KARŞI ses çıkartamamakta ve sözde barışı korumak adına olan bitene göz yummak gaflet ve dalâletini göstermektedirler. Kuzey Irak, Musul, Kerkük, Karabağ, Doğu Türkistan ve Kıbrıs’ın durumu ortadadır. Lütfen aşağıdaki (konuyla ilgili) örneği bir inceleyin.
Çok şeyin farkına varacaksınız.
Nasıl bir ateş çemberi içinde olduğumuzu açıkça göreceksiniz.
Bir şeyi daha tabii; Ülkemizi yıllardır yönetenlerin gaflet ve dalâletini...
Buyurun: Sadece yakın tarihi inceleyin yeter!...
MİLLİ STRATEJİ VE KIBRIS
Strateji ufkun ötesini görebilme (basiret ve feraset) sanatıdır.
Askeri Strateji: Askerlik mesleği bakımından, gelecekte bilinen-belli olan veya müstakbel düşmanlar tarafından, hesaplanan beklentiler dâhilinde yönelebilecek tehdit, tecavüz, tahdit (sınırlamalar) ve tehlikelerle mukabil hangi imkânlar, şartlar ve ihtimallerle karşı konulabileceğini iyi hesaplama ve uzağı görebilme ilmi ve sanatıdır.
Düşmanlara karşı mukabil tedbirler almak bu ilim sayesinde kabil olmaktadır.
Buna göre “strateji”elde mevcut imkânlarla en iyi sonuca ulaşmayı sağlayacak şekilde durumu yönlendirme ve yönetme kabiliyeti, öngörü, basiret ve beka sanatıdır.
Bu çerçevede; Atatürk’ün uzağı görme (basiret/öngörü) ve Askeri Strateji bakımından eşsiz bir deha, nadir bir komutan ve büyük bir devlet adamı olduğu her geçen gün biraz daha açığa çıkmakta ve bütün dünyada çok iyi anlaşılmaktadır.
Strateji ilimi ve sanatına yetenekleriyle sahip olmayanlar ülkeyi, ülke kaynaklarını, siyasi partileri, şirket ve dernekleri, kısaca halkı, hükümetleri ve orduları hakkıyla ve lâyıkıyla yönetemezler, yönetirlerse de başarılı olamazlar.
Türkiye’nin elli yıldır ufkun ötesini ve gerçekleri görebilenler tarafından değil;
Burnunun ucunu bile göremeyenler tarafından yönetilmeğe çalışıldığını, kaç yıldan beri “kördüğüm” haline getirilen Kıbrıs’ın durumu ve “milli davanın” kaybedilmek üzere olması açıkça göstermektedir.
ŞURASI UNUTULMAMALIDIR Kİ!..
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin asli görevi olan ülkeyi “DAHİLİ VE HARİCİ” tehdit ve tehlikelere karşı koruma ve savunabilmesi, Kıbrıs’ın tamamen Türkiye’nin kontrolü altında ve bütünüyle hâkimiyetinde bulunması şartına bağlıdır.
***
AB PARANOYASI VE ATATÜRK’E SALDIRI
Mustafa Nevruz SINACI
AB, başta Ortlander raporu olmak üzere, belirli aralıklarla yaptığı açıklamaları veya değişik komisyonlarında yazılan raporları ile Atatürk’e saldırmayı, adeta sürecin bir parçası haline getirdi.
İlk saldırıdan tutun, bu ay vaki olan son saldırıya kadar, muhatap (hükümet) iktidar veya muhalefetten ses yok. Ciddi bir tepki yok. Tekzip talebi yok.
Ne kadar garip ve enteresan, ayıp ve utanç verici değil mi?
Bu saldırılar kapsamında; önce Atatürk resimlerinin indirilmesi istendi.
Şimdi de, Atatürk’ü koruma kanununun kaldırılmasını istiyorlar.
Onlar, kendilerine gerekli cevabın verilememesinin cesareti ile bu isteklerde bulunadursunlar, Ankara’nın Başkent oluşu kutlaması için Atatürk Heykeli etrafında toplananlar, karşılarında bambaşka bir Atatürk Heykeli buldular. Heykel bir gecede sararmıştı. Tarihi anıtı, bir oyuncak biblo gibi boyatanın gerçek sorumlusu bulunamadı.
Yaşadığımız kenti, toprakları, bu günlere nasıl geldiğimizi bilmiyoruz.
Her gün önünden geçtiğimiz yapıların değerini ve anlamını öğrenmiyoruz.
Meselâ, Birinci Meclis’in kurulduğu alanın (yani şimdiki Ulus Meydanı’nın) eski ismi ‘Hakimiyeti Milliye Meydanı’ idi. Meydanda yer alan Atatürk Heykeli, Y. Nadi’nin başlattığı bir kampanya ile, hazineden para almadan, halktan toplanan yardımlarla yapılmış ve 27. Kasım 1927 günü açılmıştır.
Heykel, Heinrich Krippel’in eseridir. Avusturyalı sanatçı Krippel, Atatürk Anıtları yapmak üzere 1925’de davet edilmiş ve 1938’e kadar 13 yıl boyunca Türkiye’de kalmıştır. Atatürk sanatçıyı köşkte konuk ederek poz vermiştir.
Gazi Mustafa Kemal “Sakarya” isimli atının üzerinde oturmakta ve Meclis binasına doğru bakmaktadır. Bu bakış şekli özel olarak tasarlanmıştır. Hırslı ve güçlü bir at olan Sakarya, Gazi’den komut beklemektedir. Her an dörtnala kalkmaya hazırdır. Alnı “aynalı” tabir edilen şekilde beyazdır. Ayaklarında da beyazlık vardır.
Heykelin çevresinde iki Mehmetcik, bir de Kuvayi Milliyeci kahraman Kara Fatma’yı simgeleyen bir kadın heykeli vardır. Elini güneşe siper eden Mehmetcik, Polatlı yönünden gelecek düşmanı gözlemektedir. Tüfeğinin kasaturası takılı olup, derhal süngü hücumuna kalkacak bir pozisyonda beklemektedir. Ayağında “tozluk” yerine, dizinden itibaren, delikli postalına kadar sekiz defa sarılmış “dolak” ı vardır.
Kara Fatma, omzunda bir top veya şarapnel mermisi taşımaktadır.
Kaide yüzlerinde rölyefler vardır. Birinde, kucağında bebeği ile yürüyen ve kağnıda taşıdığı top mermilerinin ıslanmaması için üzerine, bebeğinin mintanını serdiği “gerçek hayattan alınan” kompozisyon resmedilmiştir.
Heykelin açılışında figürü gören Atatürk’ün gözlerinin yaşardığı söylenir.
Heykel, Ulus Meydanı düzenlenirken 1956 yılında yerinden kaldırılarak on metre kadar Kızılay yönüne taşınmış ve oturduğu kaide biraz yükseltilmiştir.
Yarın önünden geçerken veya Ankara’ya geldiğiniz bir gün, heykele bir de bu gözle ve “görerek” bakın. Cumhuriyetin değerlerine ilişkin pek çok ip ucu bulacaksınız. Bulunduğunuz her yerde buna benzer ipuçları vardır. Yeter ki, bakın ve görün.
İşte AB’nin ve içimizdeki işbirlikçilerinin, Atatürk’e saldırmalarının ana sebebi, unutulmasını ve kaldırılmasını istedikleri Atatürk anı ve heykellerinden biri budur.
Ancak, Atatürk’ün eser, hizmet, ilke ve inkılâpları o kadar sağlam, emin, köklü ve mukavim ki, her biri adeta kök salmış bir şekilde, Türk Toprağı ve Türk Milletinin yüreğine dayanmış bulunmaktadır”
Kaynak: (Av.A.Erdem Akyüz, Hukukun Egemenliği Derneği Genel Başkanı) 29 Şubat 2012 Çarşamba
***
Karabağ Soykırımı ve
Ermenistan Türkleri

Mustafa Nevruz SINACI

 
 Bütün dünyada, kuyruklu bir yalan olan “Ermeni soykırımı furyası” fütursuzca sürüp giderken; Başta TC’nin siyasi tertip ve teşekkülleri, STK örgütleri ile aidiyet ve milliyetleri şaibeli “Ulusal Medya” nam soytarılarla paçavraları ısrarla gerçekleri gizliyor ve alçakça üç maymunları oynamayı sürdürüyorlar. Bu bir utanç, basın etiği yönünden ise zillet ve cinnettir.
Ayrıca, iftiraya alet olmak, yalan beyan, yanlış yayın, orijinal tarihi karartmaya, somut gerçekleri örtbas etmeye teşebbüs ve tefrika unsurlarına yardım, yataklık aleni suçtur. Peki, şu ‘özel ve güzel yetkili’ C. Savcılarımız bu ve benzer “kamu güvenliğini tehdit, tedbiri bertaraf ve ülkeyi acze düşürerek zaafa uğratmayı, milli direnci kırmayı ve milli hafızayı çökertmeyi” hedefleyen organize suç ve suç örgütlerinin üstüne neden gitmez? Türk Dışişleri (!) Ermeni soykırımı kanunu çıkaran ülkelere niçin?, diplomatik nota vermez, yaptırım uygulamaz?”
Kökleri tarihin bağrına dayalı geleneksel medeni hukuk’umuza ne oldu?
Ya umur-u devlet!.. Yahut, gelenek, tarihi sorumluluk ve gerçek!..
Milli değerler ve manevi mukaddesler nerede Allah aşkına!…
Kendileri parlamento atanmışları olmalarına rağmen, ısrarla “milletvekili” imişler gibi davranan, halka çok para ve pahaya mâlolan eşhas ile münhasıran uzantılı, bağlantılı oldukları politika mahfilleri “milli meseleler karşısında” ne yapar? Tarihin ve tabiatın sarsılmaz gerçeği milli hafızayı yaşatmak, maddi-manevi değerleri idame, ikame ve muhafaza etmek iken; başta dünyanın en ileri, zengin, güçlü ve kalkınmış devletleri inatla, ısrarla bunu yaparken; Şunlara ne oluyor ki, tam bir şerefsizlik ve soysuzlukla Türk Vatandaşlığı kavramını bile Anayasadan kaldırmayı telâffuz edenlere katlanıyor, müsamaha gösteriyor veya himaye ediyorlar!...
Bu aymazlık, densizlik, haddini ve kendini bilmezlik tehlikeli olmaya başladı.
Artık kafaları kumdan çıkartma, uyanma, ayıkma ve kendine gelme zamanıdır.

ERMENİSTAN TÜRK’LERİ
Bir yanda menfur yalan-dolan, iftira ve furyalarla 3T (tanınma, toprak ve tazminat) peşinde koşan Ermenistan, diğer taraftan nasıl, düne kadar ülkesinde yaşayan Türk azınlığın kökünü kurutmuş? 1979’lu yıllara kadar Ermenistan’da yaşadıkları söylenen ve pek çok ilmi eser ve kaynakta bahsi geçen, 225 bin dolayındaki Türk ne oldu? Mesele bu kadar da değil. Lütfen şu bilgilere bakın: “1. dünya savaşı öncesinde Erivan Vilayeti'nin Türk ve Ermeniler dâhil nüfusu 1.014.255;, 1914 -1919 yılları arasında Türkiye'den Erivan Vilayeti'ne 300 bin Ermeni gitmiş. Bu rakamı üsttekine ilave ettiğimizde 1.314.255 eder. Dönem nüfus artışını hesaba kattığımızda 1922’de Erivan Vilayet nüfusunun 1.400.000 civarında olması gerekir.
Ancak, Ermenistan da 1922'de yapılan nüfus sayımında bütün Ermenistan'daki nüfus 772.052'dir. Aradaki fark 600 binden fazla. Bu durum dikkate alındığında Türklerin ne kadar büyük bir soykırıma maruz kaldıkları ortaya çıkmaktadır. Ermenistan'da Sovyet hâkimiyetinin kurulması ve Türkiye ile yapılan Kars Antlaşması sonrası, Ermeni Cumhuriyeti'nin teşebbüsü ile önceden Taşnak zulmünden İran ve Azerbaycan'a göçen 60.000 Türk, ata topraklarına geri dönüş yapmış olup; Bunların gelmesi ile Ermenistan'da 1922 yılındaki Türk nüfusu 72.596'ya ulaşmıştır. Bu sayı 1926'da 84.717'ye, 1939'da 130.800'e yükselmiştir.” (…Erivan (Revan) Vilayeti' nin Demografik Yapısı, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ASLAN)
İşte, Karabağ’ın alçakça işgali ve kalleşçe soykırımı dışında önemli bir mesele…
Bu, TC ve Türk Dünyasının asli meselesidir. TC hükümeti ve diğer sözde özgür Türk devletlerine rağmen: Pakistan, Hocalı soykırımı ile ilgili resmi bir karar aldı. Azerbaycan'ın % 20'sinin Ermeni işgali altında olduğunu hatırlatarak, 26 Şubat 1992'de Ermeniler tarafından Hocalı da sivil halka yapılan soykırım şiddetle kınanarak, Ermeni ordusunun bölgeyi kayıtsız ve şartsız boşaltmasını istedi” (03 Şubat 2012, CHA) Daha önce Meksika parlamentosu da benzer bir karar almıştı. AB üyesi Macaristan da konuyu Parlâmentosuna taşıdı. Şimdi sorulur:
Buna karşın, Türkiye Cumhuriyeti hükümeti, parti ve parlâmenterleri ne yapar?!..
Türkî ve İslâm kardeşler; Özellikle İran niçin soykırımcı Ermenistan’a tavır almaz?!..

“SIFIR SORUN” FURYASI,
ÜTOPYA VE GERÇEK

Mustafa Nevruz SINACI

Türkiye Cumhuriyeti’nin Mareşal Mustafa Kemal Atatürk, Celâl Bayar ve demokrasi Şehidi Ali Adnan Menderes dönemlerinde mükemmel hariciyecileri vardı. Buna paralel, Türk Dış politikası isabet, onur, uygunluk, kararlılık ve istikrar bakımından (Osmanlı sonrası) altın çağını bu son liderler zamanında yaşadı. Buna mukabil, gayrisi ve sonrası olarak:
1938, 39 hariç, 1940’dan 50’ye kadar hariciye tam bir muammadır.
1950 – 1960 arası; 27 Mayıs’ı zorunlu kılacak kadar mükemmel...
Son elli yıldır “eş başkanlık” düzeyinde zillet…
Sürüncemeye kalan Milli Dava Kıbrıs; Emanet ve hukuki müktesebata rağmen iktisap edilemeyen 12 adalar; Akamete uğrayan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti; Türk hinterlandında (günün Türkî cumhuriyet ve özerk (!) Türk toplulukları nezdinde) tesis ve temin ettirilemeyen siyasi, milli, manevi ve kültürel misyon; Vakfiye sıfatıyla, tapusu elimizde olduğu halde ilhak edilemediği için düşmana râm olan Musul, Can Kerkük; AB’nin şamar oğlanı Yunan, Ermeni ve Bulgar ile insanlık düşmanı komünist Suriye, irin tutan kangrenli sorunlar olup çıktı…
Üstüne üstlük, biri Annan Plânı gibi vahim bir ihanet belgesini yazacak; Diğeri Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin zevaline sebep aihm Louzidiu davasına Yunan asıllı Avukat gönderecek kadar kinli kripto monşerlerden; Dışişlerine atama yapacak kadar gaflet, dalâlet ve hıyanet ile malûl; “Ermeni soykırımı kanunu çıkaran ülkeleri” şiddet ve nefretle kınayıp, diplomatik nota vermekten ve yaptırım uygulamaktan aciz, zavallı hariciye ve hariciyeciler…
“Yunan tarafından işgal edili 2 Türk adası ile ilgili” yasal başvurular halâ dış işlerince cevaplanmadı. Nedeni her halde “sıfır sorun” ütopyası olsa gerek. Zira gördük ki, bu siyasetin esası güdümlülük, örtülü bağımlılık, mütekabiliyeti terk ve ilga; Sorun çıkmasın diye almadan vermek ve milli politikaları, AB-ABD dayatmaları doğrultusunda terktir. İş bu nedenledir ki:
Ermeni mezalimi ve Türk-Müslüman soykırımı hâlâ kanunlaşmadı.
Azerbaycan’ın Yukarı Karabağ bölgesi ve Hocalı da 1992’de vaki Ermeni soykırımı tanınmadı. Karabağ hâlâ işgal altında. Ermeniler tarafından önce Anadolu, sonra Ermenistan Türkleri ve nihayet Yukarı Karabağ’da gerçekleştirilen vahşet, dehşet, intikam ve katliamlar; Uluslararası (evrensel) hukuk normlarında suç olarak kabul edilen soykırım ve insanlığa karşı işlenen suçlar kapsamında yer alan tanımlarla birebir örtüşmesine rağmen, henüz tanınmamış ve tescil edilmemiştir. Sebep: Sıfır sorun furyası ve ütopya, gerçek Türk ve TC düşmanlığı..
Girit, Rodos, Kıbrıs, 12 ada ve nihayet Bosna Hersek, Srebrenica soykırımları da akim kaldı. Tanınmadı. Oysa bu vahşi katliam ve soykırımların tamamı Cenevre sözleşmesi, İnsan hakları beyannamesi, vatandaşlık ve siyasi haklar uluslararası sözleşmesi, ateşkes zamanında ve askeri çatışmalar zamanı kadın ve çocukların korunması beyannamesi ve soykırım suçunun önlenmesine ve cezalandırılmasına ilişkin BM sözleşmesi'nin 2. md.de yer alan ‘milli, (etnik) bir ırkı veya dini bir grubu kısmen veya tamamen imha etme” biçiminde tanımlanan Jenosit / soykırım kavramı ile tamamen örtüşmektedir. Ama tanınmamıştır. Mesele siyasidir. Ayrıca:
Türkiye Cumhuriyeti’nin, çok büyük bedeller ödenerek kurulmasına; düyun-u umumi dâhil diyet borcu kalmamasına; Ülkesi ve milletiyle hür ve hükümran olmasına; Hükümferma hükümeti, Meclisi, İç ve Dış İşleri Bakanlıklarının bulunmasına rağmen Türkiye’de:
“Türkiyelilik” gibi ilim, akıl, hukuk ve ahlâk dışı bir kavram nasıl tartışılabilir?..
Kesintili ve kaotik “açılım” politikalarının dayandığı gerçek amaç ve hedef nedir?
Sözde tedhiş örgütünün ayağına neden mahkeme götürülmüştür? İsviçre bankalarında yattığı iddia edilen 1 milyar dolar parası niçin bloke edilmiyor? Gerçekte, bir terör örgütünün bulunmadığı; pkk’nın 1991'de Peşmerge denilen Barzani kuvvetlerine katıldığı, 2003 Körfez savaşıyla da, Kuzey Irak Federe Kürt Yönetimi ordusuna dönüştüğü; 2011'de Irak'ta Yahudi Kürt Devleti temellerinin atıldığı; Kalkınma Ajansları ve yerel yönetim yasası çerçevesinde Doğu'da sözde Kürt Özerk Yönetim oluşturulmak istenmesine" Neden? Niçin? İzin veriliyor?
Lânetli muhalefet, “Sıfır sorun furyası” ve kirli ütopya’ya karşı ne yapıyor?..
EK: ÖNEMLİ BİLGİ VE;
“YORUMU KENDİNE MÜNHASIR”
BELGE
Prof. Dr. Yusuf Ziya İrbeç,

23. Dönem AKP Antalya Milletvekili..1959 Antalya doğumlu.. İktisatçı, Dış Politika Uzmanı ve Öğretim Üyesi; Viyana İktisat Üniversitesini bitirdi. Yüksek lisans ve doktorasını aynı Üniversite de tamamladı. Viyana Diplomat Akademisi'nde ihtisas yaptı. Doç. ve Profesör oldu. Bir çok Üniversite de öğretim üyesi olarak ders verdi. Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde Dekan Yardımcılığı, Çankaya Üniversitesi’nde Bölüm Başkanlığı, Beykent Üniversitesinde Dekanlık, Rektör Yardımcılığı ve Rektörlük, Bahçeşehir Üniversitesinde Uğur Eğ. Kurumları Başkanvekilliği, Uluslararası Balkan Üniversitesinde Kurucu Rektörlük görevlerinde bulundu. TOBB ve Dış Ekonomik İlşk. Kurulu'nda; KEİPA, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Ankara Ticaret Odası'nda yönetici ve danışman olarak görev yaptı. 23. Dönem'de Türkiye-AB KPK Üyesi oldu. Fransızca, Almanca, İngilizce, İtalyanca ve Arapça, orta derece Rusça bilen İrbeç'in yurt içi ve yurt dışında 100'ün üzerinde bilimsel makalesi ve 3 kitabı yayınlandı.
21 Ocak 2011 günü, yaptığı bir basın toplantısıyla partisinden istifa etti.
Prof. Dr. Yusuf Ziya İrbeç, Basın açıklaması, orijinal metin: (*)
“Bildiğiniz gibi, 22 Temmuz 2007'den beri Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde AK Parti Milletvekili olarak bulunmaktayım. Milletvekilliğinden önce, birçok üniversitede hem akademisyen, hem de rektör olarak çalıştım. Türkiye ve dünyadaki ekonomik ve politik gelişmeleri yakından takip eden, 7 yabancı dil bilen bir milletvekili olarak; AK Parti Ekonomik İşler Başkan Yardımcılığı ile TBMM Avrupa Birliği Uyum Komisyonu Başkan vekilliği görevlerinde bulundum.
Bu görevlerim sırasında, birçok uluslararası temaslarım oldu ve ülkemi en iyi şekilde temsil etmeye ve menfaatlerini korumaya çalıştım. Vatanına, milletine ve manevi değerlerine bağlı bir milletvekili olarak; içinde bulunduğum partinin özellikle iç politikada takip ettiği stratejinin ülkemize getireceği zararlar konusunda endişelerim arttı.
Çünkü takip edilen politikalar ile ülkemin ve milletimin sosyolojik, psikolojik ve coğrafi yönden bölünme sürecine sürüklendiğini üzüntü içinde görmekteyim.
Bu endişelerimi, hem milletvekili arkadaşlarım arasında ferden, hem de parti toplantılarında defalarca ve alenen dile getirdim. Ancak, yaptığım görüşmelerin ve konuşmaların, keza ikazların hiçbir fayda getirmediğini üzüntüyle müşahede ettim.
Bu kaygılarıma sebep olan hadiselerin başında, Başbakanın her konuşmasında toplumu ayrıştırmaya yönelik söylemleri gelmektedir. Şöyle ki; Sayın Başbakan 4 Ocak 2011 tarihli grup konuşmasında aynen şu cümleleri kullanmıştır: "Ama biz, bu ülkedeki tüm etnik unsurları, dedik ya, Türk'üyle, Kürt'üyle, Laz'ıyla, Çerkez'iyle, Gürcü'süyle, Abaza'sıyla, Roman'ıyla, aklınıza ne gelirse hepsiyle, bunlar birer alt kimliktir ve bunlar kesrettir ve vahdette biz bunları topluyoruz."
Sayın Başbakan bu tür söylemleri, milletimize verdiği zararları hesap etmeden alışkanlık haline getirmiştir. Davranışlarından da, bu alışkanlıklarından vazgeçmeyeceği açık bir şekilde görülmektedir. Buna karşın önceki başbakanlardan hiçbiri, devlet adamı sıfatı ve ciddiyetiyle, böyle bir söylemi benimsememiştir. Vatanına, milletine ve manevi değerlerine bağlı ve aynı zamanda milletinin fertleri arasında hiçbir ayırım gözetmeyen bir milletvekili sıfatıyla, Başbakana şahsen şu soruyu yöneltmek istiyorum: "Sizden evvel bu milleti kim böldü de, siz bütünleştirmeye çalışıyorsunuz?"
Şahsen, milletin ismini telaffuz etmekten kaçınan bir tutuma karşı tepki vermek zorunluluğunu hissediyorum.Ülkemizin anayasal adı Türkiye'dir ve üzerinde vatandaş sıfatı ile yaşayan herkes Türk'tür. Bu bir alt kimlik değildir. Oysa Başbakan söylemlerinde milletimizi bütünleştirici bir unsur olan Türklüğü sürekli ve anlaşılmaz bir biçimde alt kimlik haline getirme çabası ve gayreti içindedir.
Ben, aynen Başbakan gibi, İmam Hatip Lisesinden mezun olmuş bir kişi olarak; Başbakanın benimsediği bu davranış ve söylemi sonucunda ortaya çıkan ayırımcılığın yüce dinimizde de yerinin olmadığını ifade etmek istiyorum.
Şimdiye kadar, AK Parti içinde birlikte çalıştığım arkadaşlarımla ve AK Parti'ye oy vermiş vatandaşlarımızla hiçbir sorunum olmamıştır.
Ancak, AK Partiye oy vermiş, aynı endişeleri taşıyan çok sayıda milletvekili arkadaşlarımın ve vatandaşlarımızın olduğunu da biliyorum. Tepkim, parti yönetiminin endişelerimi tetikleyen birlik yerine bölünmeye taşıyan baskıcı politikalarınadır.
Açılım politikalarının milletimizin yüreğinde Habur ve benzerleri ile açtığı yara, hepimizin malumudur. Seçim sonrası yapılacak anayasal değişiklikler ile milletimizin ve ülkemizin birlik ve bütünlüğünün bozularak, bu yaranın daha da derinleşeceği endişesini taşımaktayım.
Şu anda gösterilen yoğun çaba, her türlü hassasiyeti göz ardı ederek halk oylamasına ihtiyaç bırakmayacak bir milletvekili sayısına ulaşmayı hedeflemektedir. Vatanın ve milletin bütünlüğü üzerinde hiçbir şekilde parti politikası kabul edilemez. Burada asıl olan, milletin birliğini ve bütünlüğünü korumaktır.
Bu duygu ve düşüncelerle, şimdiye kadar mensubu bulunduğum AK Parti'den istifa ediyorum. Bu vesileyle bana oy vermiş veya vermemiş olan bütün Antalyalı hemşerilerime şahsıma gösterdikleri itimat, güven, destek ve teveccühlerinden dolayı şükranlarımı sunar, görevimi bundan böyle de bir nefer olarak aynı hassasiyet içinde sürdüreceğimi bilmelerini isterim. Saygılarımla. Ankara, 21.01.2011.”
(*) Mehmet Tançgil, Bismarckstrasse 89, D-40210 Düsseldorf,
Tel. +49 211 46872777 - Fax +49 211 46872777 - Mobil +49 172 2425440,
memo@tancgil.de