26 Haziran 2018 Salı

DÜNYANIN NERESİNDEYİZ? "Yalçın KOÇAK" 18. Dönem Sakarya Milletvekili; 7. ve 9. Dönem Demokrat Parti Genel Başkanı

DÜNYANIN NERESİNDEYİZ?
Yalçın KOÇAK
18. Dönem Sakarya Milletvekili
Bizim gençliğimizde beynimize işlenen Oryantalist bir aşağılama deyimi vardı “Dünya Aya gidiyor, Biz yaya” evet; bu bize, bizden adam olmaz; gelin bizi siz idare edin dedirtmenin algı yöntemiydi. Beyinlerimizi yıkamaktı gayeleri.
Türkiye; gıda ithalat Bakanlığınca, pardon Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanlığınca bir ithalat cennetine dönüştürülmüştür. Dünyanın “Kendisine yeten” sayılı ülkelerinden birisiyken;
Beceriksiz ve aciz eş, dost kollanır bir yapıda sorunlar yumak olmuştur.
Gıda Güvenliğimiz daha doğrusu Bağımsızlığımız tehlike altındadır.
Bakanlıkta hırsızlık ve irtikap da had safhada çiftçilerin ifadeleri ve skeçleri sosyal medyada dolaşım rekorları kırıyor.
İanelere alıştırılan halk, üretimden kopuyor 300 koyun saçmalığı çoban bulamıyor. Oysa çobanlık imparatorluğun en asil ve şerefli işiydi Harbe giden orduyu Ak koyunlu, Kara koyunlu, Kara Keçili aşiretler beslerdi, o ne muhteşem bir lojistik ve ikmaldir. Acaba bilip de ders olarak harp akademilerin de anlatabilecek kimse kaldı mı?
Tarım Bakanlığında canı acıyan, aldığım maaş eve götürdüğüm aş helâl midir acaba diyen bir fani kalmadı mı?
Hanımefendiler, Beyefendiler; Hiç mi duymadınız, okumadınız Endüstriyel Kenevir’den 50 bin sınaî ürün yapılır ve bunlar yükte hafif pahada ağır mamullerdir. Kendir demiş halkımız buna, üflenti olan diğerinden ayırmış siz bu sağduyulu halkın çocukları değil misiniz? Bürokrasimiz fikri kısırlık yaşıyor. Kravatlı tarım memurları ile buraya kadar, aklınızı başınıza alın, dost acı söyler.
Avrupa 15 yıldır (www.eiha.org) bu başat ürün için konferanslar yapıyor hiç mi okumadınız, duymadınız. 
Yazıklar olsun.
ABD ekim alanlarını %150 artırdı, birçok eyalette ekimini serbest bıraktı.
Avustralya bu yıl Sanayi Kenevirinden 70 milyar dolar gelir bekliyor.
Yunanistan 30 bin dönüm, Romanya 200 bin dönüm ekti Kenevir yiyecek ve içecek sektörü süratle büyüyor; bizim güvenlik güçlerimiz 1933 yılının tek partili despot yasalarıyla ahkâm kesiyor. 5 yaprağın reklamı dahi 5 sene diyerek buyruk yayınlıyor.
Bir spor giyim markasının Logosunu damı görmediniz.
Cahil ve bağnaz bürokrasi, Çapsız ve Tab’sız adamlarla sallabaşını, al maaşını dönemi bitti beyler.
Kravatları çözelim; 
Kazmayı, küreği alalım.
Köyden şehre kalkınma ve yapılanma için seferberlik başlatalım.
Dünyanın peşinden koştuğu Kendirin ata yurdu Anadolu; ne diyordu Sümerliler tabletlerinde, Tanrı katından insanlara hediye 4 nebatat geldi; (Buğday, Arpa, Keten ve Kenevir). Açıkağızlılığın âlemi yok, gözünüzü açın bürokrasi, kaldırın şu yasakları, yapın serbestiyet yasalarını, değiştirin kafalarınızı yoksa bu halk çok şeyi değiştirecek.
Bilimsel toplantılar yapalım ve sonuçlarını alalım.
Yaptığımız toplantılar yasak savma sebebiyle yapılmasın, yolluk, harcırah ve fazla mesai ödeneklerine kılıf olmasın.
İş üretelim; Kuvvet çarpı Kuvvet kolu İş’tir.
Sahi dünyanın neresindeyiz; 15 yıl gerisindeyiz. Toparlanalım ve 2025’de 100 milyar dolar bu nebatattan para kazandıralım, Köylümüzü ve ekonomimizi zenginleştirelim.
Yeni Bakanımızı zor hedefler beklesin, Milletimiz de varlık ve genişliğe erişsin.
Hadi gari…

19 Haziran 2018 Salı

AYDINLIK GAZETESİ "AKP-CHP ve PKK-HDP'nin Atatürk'ü katil ilan etme çabası sürüyor!.." Ali Serdar Bolat (18 Haziran 2018)

AKP-CHP ve PKK-HDP'nin Atatürk'ü katil ilan etme çabası sürüyor!..
Ali Serdar Bolat (18 Haziran 2018)

Yeşiller Partisi (Almanya) Milletvekili ve Avrupa Parlamentosu Üyesi Cem Özdemir, ABD emperyalizminin Türkiye'yi ve Atatürk'ü katil ilan etme planını (talimatını) şöyle açıklamıştı: "Bir gün Ermeni Soykırımı Tasarısı ve Dersim olayları TBMM'de tartışılacak ve kabul edilecek. Bizler bunu demokratikleşmenin işaretleri olarak görüyoruz"
Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) 2018 Seçim Bildirgesi'nde 1915 Olaylarını (Ermeni tehciri) ve 1938 Dersim Olaylarını Araştırma Komisyonu kurulacağı yazılı.
Araştırıp da ne bulacaklar?
Ermenilere soykırım yaptığımızı ve Atatürk'ün Dersim'de katliam yaptığını mı?
Evet. Amaçları Atatürk'ü katil ve Türk Milletini soykırımcı ilan etmek.
Emperyalizmin bu talimatına uygun olarak önce;
BAŞBAKAN RECEP TAYİP ERDOĞAN
Başbakan Tayyip Erdoğan "Bu katliamın sorumlusu CHP'dir, özür dilemesi gereken CHP'dir. Eğer devlet adına özür dilenecekse ben özür dilerim, diliyorum" dedi. Ve 4 belge açıkladı (23 Kasım 2011)
Tayyip Erdoğan "İnönü'nün imzası var" diyor ancak emri veren Atatürk.
Şimdilik İnönü'yü suçluyor. Kastedilen Atatürk.
Tayyip Erdoğan'ın Dersim için özür dilemesini ve açıkladığı belgeleri yeterli bulmayan Kemal Kılıçdaroğlu yaygarayı basmıştı: (24 Kasım 2011) "Dersim özrü yetmez. Devletin arşivlerini açacaksın. Neden devletin arşivlerini açmıyorsun. Açıkladığın belgelerin hiç biri yeni değil"
"Biz 2002'den sonra 'Tarihimizle yüzleşelim' dedik ama o dönem AKP bunu kabul etmedi. Daha sonra Hürriyet gazetesine açıklama yaptım, Sayın Başbakan'ın (Tayyip Erdoğan) özür dilemesini istedim. Dün özür diledi.""Dersim sürgünlerinin arşivlerinin de açıklanması lazım. Başbakan bilir, ben o defterleri istedim. Vermediler. Niye vermiyorlar. Dün 'arşiv yok' diyor. Var.
DERSİMLİ KEMAL KILIÇDAROĞLU
O sürgün edilen ailelerden alınan toprakları da geri vereceksin
O arşivleri açacaksın" "O sürgün edilen ailelerden alınan toprakları da geri vereceksin"
"Dersimli acısını bal eylemiştir. Dersimli acısını AKP'ye sömürtmez."
21 Kasım 2014'de Cumhuriyet yazarı Can Dündar ve Kılıçdaroğlu bu özür işini bir kere daha kurcaladılar. Amacın Atatürk'ü katliam yapmakla suçlamak olduğu apaçık. Çünkü Dersim ayaklanmasını bastırma emrini bizzat Atatürk vermişti. Atatürk'ü suçlama amacını Kılıçdaroğlu satır altı şöyle ifade etmişti:
HaberTURK: "Dersim olayları için Atatürk ve İnönü'yü suçluyor musunuz?"
Kemal Kılıçdaroğlu: "O dönemin belgeleri bende yok. Devlet elindeki arşivleri açsın"
Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet Halk Fırkası ile bugünkü CHP aynı mıdır?
HaberTURK: "Atatürk'ün kurduğu Cumhuriyet Halk Fırkası ile bugünkü CHP aynı mıdır?
Kılıçdaroğlu: "Hayır"
HaberTURK: "Farkınız ne?"
Kılıçdaroğlu: "Dünya kadar fark var. Sosyaldemokrasi yoktu, şimdi var" (Sosyaldemokrat bir parti kurulması talebini Atatürk reddetmişti.) (Atatürkçüleri sakinleştirmek için şöyle devam ediyor:)
"CHP Cumhurlyet'i kuran Kuvayı Milliyeci bir partidir. O dokunun bizde izleri vardır"
Kılıçdaroğlu, Dersim'de Cumhuriyet'e silah çeken, askerlerimizi şehit eden Seyit Rıza'yı göklere çıkardı. O Atatürk'e isyan eden biri değil, sevilen bir kişiydi Dersimli Kemal'e göre.
Atatürk, Dersim adını Tunceli olarak değiştirmişti.
Kılıçdaroğlu, "Ben Dersimli Kemal'im" diyerek Atatürk karşıtlığını en veciz bir şekilde dile getirmişti. Kemal Bey Tunceli'ye Dersim diye diye Tunceli'deki CHP oylarını HDP'ye
kaptırmıştı.
Aydınlık, 18 Haziran 2018
17 Haziran 2018.
Aleviliğin yüz karası olan sözde "Alevi kanaat önderleri" ile buluşan Başbakan
Binali Yıldırım "Dersim'le yüzleşme" çağrısı yaptı. 1938 Dersim isyanının bastı-
rılmasını "Büyük bir acı" olarak tanımladı:
"Çok açık söylüyorum, Dersim'i devlet yaptı. Bazan devletler kötü şeyler yapa-
bilir. Dersim'le bu ülke yüzleşmelidir. Çok açık söylüyorum. Hiç bir yanlışın
arkasında durmak gibi bir lüksümüz yok."
Aydınlık,
18 Haziran 2018
PKK ve HDP de Atatürk'ün Dersim isyanını bastırmasını "katliam" olarak
nitelemiş ve devletin özür dilemesini istemişti.
Eski CHP yöneticilerinden Şahin Mengü, Başbakan Yıldırım'ın sözlerini
"Cumhuriyet'e ihanet, Atatürk'e hakaret" olarak değerlendirdi:
"Tam da Musul konuşulurken çıkarılan isyanın arkasında kim olduğu (İn-
giltere) bellidir. Dersim'i devlet yaptı diyenler Cumhuriyet'e karşı çıkanlardır.
Başbakanlık koltuğunda oturan kişinin PKK ve HDP'nin iddialarını dillen-
dirmesi kabul edilemez."
"Tunceli'ye Dersim demek de Cumhuriyet karşıtlığıdır."
"Zamanında CHP yöneticileri Cumhuriyet'e karşı bu saygısızlığı yapmasaydı
Başbakan bu sözleri söylemeye cesaret bile edemezdi."

13 Haziran 2018 Çarşamba

Cumhuriyetçi misiniz? Demokrat mı? (29 Ekim 2005, İzmir) Prof. Dr. Tülay Özüerman / DEÜ


Cumhuriyetçi misiniz? Demokrat mı?
(29 Ekim 2005, İzmir)
Prof. Dr. Tülay Özüerman / DEÜ


Türkiye’ye demokrasinin kapısını açan, Cumhuriyet ve onun kazanımlarıdır. Çağdaş Türkiye görüntülerinden giderek uzaklaştırılırken, her adımın demokrasi adına meşrulaştırılma çabalarını hayret ve endişe ile izleyenlerin kafalarındaki soru işaretleri giderek artıyor. Takım ruhu ile liberalleşme kavramına takılanlar, küreselleşmenin olumsuzluklarını görmezden gelerek, laik devletle ilgili sorunlarını hesaplaşmaya dönüştürürken, sözde demokratik açılımlar adına küresel düzenin savunuculuğunu da yapmaktadırlar.

Türkiye küreselleşmenin ağına AB üyeliği masalı ile düşmekle kalmamış, kayıplar belgeler üzerinde somutlaştırılarak geri dönülmez bir sürece girilmiştir. Tam üyeliğin giderek uzaklaşan bir hayal olduğu gerçeğini algılayanların sayısının her geçen gün artıyor olmasına karşın hala iyimser tablolar yaratarak serüvenin gidişatının sorgulanmasının önünde engel oluşturanların ileri sürdükleri gerekçe, demokrasi yolunda atılan adımlardır. Gidişi sorgulayanlar, demokrasiye ve AB’ye karşı olmakla suçlanmakta, AB’nin içerisinden gelen çatlak sesler duymazlıktan gelinip, umut veren söylemler üzerinden beklentiler yükseltilmektedir.

Bir ülkeye demokrasinin getirilmiş olması, artık o ülkede otoriter özlemlerin bittiği anlamına gelmez. Ya da başka bir şekilde, demokrasi de diğer rejimler gibi kendi karşıtına dönüşebilir. Yine, demokrasi kendi başına özgürlükler adına bir sigorta değildir. Demokrasinin farklı tanımları olduğu gibi, özgürlük kavramının da farklı tanımları vardır. Demokrasinin yaşamsal damarı olan özgürlükler ve insan hakları günümüzün farklı kimlik şemsiyelerinin açıldığı ortamında tehlikeli bir şekilde yeni çatışma başlıklarını açmaktadır.

Türkiye’de muhafazakar ve hatta aşırı dinci denilebilecek kesimlerin sırtlarına geçirdikleri liberal gömlekle savundukları özgürlükler özünde sınırlamalar getirmekte ve laik Türkiye’nin kazanımlarını tersine çevirecek bir karşıtlığı içermektedir. Türkiye’nin laik, çağdaş ve modern çerçevesini kırmaya yönelik çabalar demokrasi perdesinin gerisinde yürütülürken, tüm bu açılımlara en büyük desteğin dış çevrelerden veriliyor oluşu, laik düzene sahip çıkmakta kararlı kesimi haklı olarak Sevr benzetmesiyle dışa vurulan endişeye sevk etmektedir. Ülkedeki başkalaşmayı dile getirme çabalarının halkın gözünde önemini azaltmak isteyen değişim projesinin mimarları ve yandaşları bu haklı tepkileri, Sevr paranoyası ya da dinozor gibi söylemlerle ciddiye alınmaz bir tavırla önemsizleştirmeye çalışmaktadırlar.

Türkiye’nin demokrasi yolunu kesen gerçekte bu sorgulamaları yapanlar değil, sorgulayanları karalayarak ilerleyenlerdir. Ve hızlandıran etkisi ile başkalaştırılan ülkede demokrasi öne çekilerek Cumhuriyet hedef alınmaktadır. Ilımlı gibi tabirlerle yumuşatılmak istense de Türkiye’ye hem içeriden, hem dışarıdan İslam Cumhuriyeti elbisesinin giydirilmeye çalışıldığı açıktır. Bu giysiye Türk halkının karşı çıkacağı çok iyi bilindiğinden, tüm yırtıklar demokrasi kılıfı ile örtülerek ilerlenmektedir.

Atatürk, laik Türkiye’nin mimarı olarak doğrudan hedef alınmasa da, çoğu ortamlarda anmama, geçiştirme, unutma gibi, unutturmaya yönelik eylemlerle devre dışı edilmek istenmektedir. Modern Türkiye’nin inşasında Atatürk adını dillerinden düşürmeyen dış odaklar, yeni Ortadoğu projesinde Türkiye’ye biçtikleri din çerçeveli yönlendirişi Atatürk’ü karalayarak gerçekleştirme çabasına girişmişlerdir.

Türkiye’nin gerçekten demokratikleşme yolunda ilerlemesi isteniyorsa, bunun yolu din eksenli bir yönetim anlayışı, yani dinin siyasallaştırılıp toplumsallaştırılması değil; bireyselleştirilmesi ve kamusal alanın dışındaki yerinin sağlamlaştırılmasıdır.

Sınıfsal uçurumların giderek arttığı Türkiye’de sınıf bilincini baskılayacak, yoksullaştırılan kitlelerin taleplerinin çığ gibi büyümesini önleyecek, ideolojik arayışların, özellikle sol açılımların yolunu tıkayacak bir projedir din eksenli toplumsallaştırma ve siyasallaştırma… Dinci kadrolaşma ve kuran kurslarının önünü açma çabalarına bir de bu pencereden bakmakta yarar var.

Ülkede arttığı iddia edilen misyonerlik faaliyetlerinin, “Eyvah! din elden gidiyor!…” endişesine yol açması ile dinsel açılımlarla ilgili sorgulamalar baskılanabilecektir. Nitekim, bu yönlü faaliyetler giderek artmaktadır. Her türlü dış çabaya karşı uyanık olmak elbette gereklidir ancak Türkiye için asıl tehdit, siyasal İslam’ın giderek etki alanını genişletiyor olmasıdır. Buradaki temel çelişki, İslam’la demokrasinin yollarının birleştirilmiş olmasındadır. Ve inandırıcılık da tam bu noktada yok olmaktadır.

Yoksulluğun artışıyla dinin daha etkili bir afyona dönüştüğü bilinen bir olgudur. Demokrasinin yoksulların rejimi olmadığını, Türkiye’nin daha çok, kurgusal içerikli (bilim maskesiyle kurgulanıp sunumlandı, şimdilerde küresel ve bölgesel terörle sahneleniyor) “Medeniyetler Çatışması” tezi ile tanıdığı Samuel Huntington’ın ifadesiyle aktaralım:”…Yoksulluk demokrasinin başlıca engellerinden biri, belki de başlıca engelidir. Demokrasinin geleceği ekonomik gelişmenin geleceğine bağlıdır. Ekonomik gelişmenin engelleri demokrasinin yayılmasının da engelleridir……Yoksul toplumların çoğu, yoksul kalmaya devam ettikleri sürece, demokratik olmamaya da devam edeceklerdir” (Huntington, 1993, Üçüncü Dalga, Çev. Ergun Özbudun, TDV Yayınları, Ankara, 1993, s.305,310).

Huntington’ın İslam’la demokrasi arasındaki ilişkiye ilişkin şu sözleri, bugün ortaya attığı küresel güçleri önceleyen tezlerinden farklı olarak neden-sonuç ilişkisine dayalı bir analize dayanır: “…Yönetimin meşruluğu ve politika, dinsel doktrin ve dinsel uzmanlıktan kaynaklandığı ölçüde, İslamiyet’in siyaset anlayışları, demokratik siyasetin öncüllerinden ayrılır ve onlarla çelişir….Uygulamada bir tek istisnayla, hiçbir İslam ülkesi, uzunca bir zaman boyunca tam demokratik bir siyasal sistemi sürdürmüş değildir. İstisna, Mustafa Kemal Atatürk’ün, İslam’ın toplum ve siyaset anlayışlarını açıkça reddettiği ve bütün gücüyle laik, modern, Batılı bir milli devlet yaratmaya çalıştığı Türkiye’dir…” (Huntington, 1993, s.311,312).

Neymiş?.... “Mustafa Kemal Atatürk’ün tüm gücüyle laik, modern, batılı bir milli devlet yaratmaya çalıştığı Türkiye….” Evet, mucizenin temeli burada. Ve bugün Türkiye, liberal söylemlere asılan muhafazakar dinci çevrelerin yeniden inşa sürecinde, laik, modern ve ulusal kimliğinden giderek uzaklaştırılırken demokratikleştiği iddiası havada asılı kalıyor. İşte bu noktada bu ülkenin gerçek demokratlarının duruşlarını netleştirmeleri gerekiyor. Bugün demokratikleşme hareketi, etnik ayrıştırmaya yönelik tehlikeli bir sürece doğru ilerletilmekte ve terörist başının serbest bırakılması taleplerine kadar uzatılabilecek bir “aydın” hareketi başlatılmış durumdadır. Kimin gerçek aydın olduğunu belirlemekte, belki de kilit soru şu: Demokrat mısınız? Cumhuriyetçi mi?... Burada Cumhuriyeti sıfatsız bırakmanın da tehlikesine değinmek gerek. Türkiye’ye demokrasinin kapısını aralayan laik Cumhuriyet’ti. Kapıyı kapatacak olan da İslam Cumhuriyeti… Öyleyse bugünün gerçek aydınlarına düşen öncelikle laik Cumhuriyet’e sahip çıkmaktır. Tüm kavramlar gibi “aydın” kavramı da kayıp gitti.

Bilgiden giderek uzaklaşan, artan sınıfsal uçurumlarla bunalıma doğru itilen bir topluma verilebilen tek umut; AB yurttaşı olmak, demokratikleşmek… Demokratikleşirken nasıl oluyorsa, bir yandan da dine sıkı sıkı sarılmak… Bunun anlamı şudur: Türkiye’de siyaset tıkanmıştır. Siyaset AB üzerinden yürütülmektedir. AB’den dikte edilen yasama çalışmaları; IMF’ten dikte edilen ekonomik düzenlemeler… İçeriden gelen sesler mi?... Onlara kulak asmayınız… “Türkiye’de demokrasi var!...” Bakınız, herkes istediğini söyleyebiliyor…Hepsi bu kadar!... Karşı çıktığınız kadar sisteme ve yanlışlıklara destek vermek gibi bir paradoksa düşüyorsunuz. Böylece otokrasi, demokrasi kılıfında çok daha güçlü ilerliyor ve karşı çıkıldığı kadar meşrulaşıyor.

Ve bakınız, ne kadar çok siyasal parti ve her geçen gün sayıları artan sivil toplum kuruluşlarımız var. Gelin görün ki, partilerin çoğu tabela partisi, sivil toplum kuruluşlarının önemli bir kısmı dış finans güçlerinin kıskacında. Çoğulculuk, bölünüklük olarak negatif etkiyle demokrasinin bugün farklılaştırılan, azınlıklara yönelik, kimlikler üzerinden oynanan oyundaki başrolüne önemli bir katkı koymakta.

Bazılarımız hala AB’ye girme ve Avrupa vatandaşı olma düşleri kurarlarken, Batı’nın ötekileştirme projesinin ağına düşürüldüğümüzün hala farkında değiller. Küresel terör, İslamcı terör dalgasına girdikten sonra, İslam’ı referans alan ülke vatandaşlarının farklı bir frekansta yer almaları umut edilebilir mi? Pek çok bileşenin yer aldığı derin bir açmaz ama çok belirgin bir oyun ve hamleleri görülebilen oyuncular var ortada.

Türkiye’de tüm bu oyun ve oyuncuları görenler hiç de azımsanmayacak sayıda olmalarına karşın, bir araya gelemiyorlar. Demokrasi oyununun içerisinde liberal fikirleriyle yer alanların dışında, bugünün açılımlarına doğrudan karşı çıkmanın demokrasiye karşı olmak olarak algılanması baskısıyla demokratik görünmeyi önceleyenler var. Net olanlardan çok, bu kesimin Türkiye’ye bugün vurulan fırça darbelerinde olumsuz katkıları yadsınamaz.

Bugün çoğu vatandaşın şikayet ettiği tabloya öyle ya da böyle katkı koymak istemeyenler net olmak zorundalar. İşte bu yüzden hangisinin öncelendiği sorusu önem taşıyor. (Laik) Cumhuriyet mi? Demokrasi mi?... Laik Cumhuriyet’in içerisinde demokrasi de var. Laik Cumhuriyet’in kazanımlarını tek tek yerle bir eden günümüz demokratlarının ne Ilımlı İslam Cumhuriyeti yakıştırmasından, ne modern Türkiye’ye yakışmayan görüntülerden bir şikayetleri yok. Demokrasi kavramı, herkes için özgürlük talebiyle gündeme gelmiyor. Etnik ve din temelli ayrıştırmacı, özellikle alt kimliklere vurgu yapan içerikle sunumlanırken, üst kimlikleri AB referanslı, uzak ve belki de gerçekleşemeyecek bir hayale yönlendiriyor. Burada asıl amaç, ulus devleti çözmek. Uluslaşma sürecinin pekişmediği doğru bir gözlem. Ancak, pekiştirme yolunda hayli yol alınmış olduğu gerçeği ve bu süreci sekteye uğratmak için içten ve dıştan etkilerin atlanmaması gerekiyor. Önceleri perde arkasından kısa devre yapılırken, şimdilerde şoklarla (Ilımlı İslam, Demokratik İslam Cumhuriyeti, Türkiyelilik gibi…) kesintiye uğratılmak isteniyor.

AB süreci ile ilgili kuşkuların dile getirilmesinden son derece rahatsız “aydın” demokratları var bu ülkenin. Son derece demokrat çıkışlarla(!), sorgulayanları susturmaya çalışırken, ülke çıkarlarını kollanmasını önceleyenleri AB karşıtlığıyla, demokratikleşmeye karşı olmakla suçlayarak baskılıyorlar. Net olamıyor hiç kimse, bu göstermelik demokrasi tuzağına düştükçe… Bir yerden başlamak gerekli, birlik hareketine doğru ilerleyişte. Kimliksizleştirme hareketi, karşı kimlikler kazınılarak, karşıtlıklar üzerinden ilerletilmekte. Medeniyetler çatışması, bir medeniyetin karaladığı diğerinin üzerinde hegemonyasını kurma ve kendisini bu yolla yaygınlaştırmaya hizmet ediyor. Bazılarının safdillikle iddia ettiği gibi dünya medeniyetlerin uzlaşmasına doğru gitmiyor. 21. Yüzyıl perdesini, barış, demokrasi, insan hakları gibi hoşa giden uzlaşmacı başlıklarla açtı. Oyun başladığı andan itibaren giderek artan ve dünyanın her yanına terör dalgasıyla taşınan kan ve gözyaşı tohumları ile dört bir yana saçılan çatışma var.

Hem dünyanın, hem Türkiye’nin girdiği rotadan şikayetçi olanlar soruyorlar; “Ne yapabiliriz?” En çok sorulan soru… Bir yerden başlamak gerekiyorsa, net olmakla başlamalıyız. Siz hangisini önceliyorsunuz?... Laik Cumhuriyeti mi? Demokrasiyi mi?... Bu soruya verilecek yanıt önemli, çünkü, İkinci Cumhuriyetçiler yeniden kolları sıvarken, tutundukları kavram bu kez Cumhuriyetdeğil, “demokrasi”…

TİSK’in raporu, Türkiye’de çalışma çağındaki kadının %24,3’ünün çalıştığını, bu rakamın 1990’da %33 olduğunu ortaya koyarken; ülkenin Başbakanı, İngiltere’deki bir üniversitenin kürsüsünden, “İngiltere’de kamu kurumlarında başörtülülerin çalışabildiğini, başörtüsünün insan hakkı olduğunu” ilan ediyor. Kadının geriletilmiş konumunu, onu örterek pekiştirme heveslerini dünyaya ilan edenlerin, aynı zamanda Avrupa Birliği üyeliği için çaba gösteriyor görünmeleri ne çelişki?!... Girme heveslisi olduğumuz AB’nin çalışma çağındaki kadın istihdam ortalaması % 56, İngiltere’de bu oran % 66,6. Başka söze gerek var mı?...

Kamu kurumlarına türbanı taşıma mesajının verildiği İngiltere, laiklik sorunu olmayan ve türbanın siyasal simge olarak kullanılamayacağı bir ülkedir. Bu yüzden örnek olamaz. Fransa, yıllarca çözemediği laiklik konusunda katı tutum içerisindedir ve birinci ağızlardan laiklik konusunu tartışmaya bile yanaşmayan açıklamalar gelmektedir. İngiltere’yi örnek alanlara Fransa örneğini niçin vermedikleri sorulabilir… Ayrıca, her ülkenin kendine özgü koşulları içerisinde özgürlükler alanı belirlendiği gerçeğini anımsatmakta yarar var. Kaldı ki, özgürlük ile örtü birbirini içeren değil, dışlayan kavramlardır.

Örtünmeyi özgürlük olarak ilan eden muhafazakar anlayış, bunun için parlamento kararının yeterli olduğunu dünyaya ilan ediyor. Aynı ses; kadınlara “siyasette kontenjan yok, çalışarak gelin” diyor. Meclisteki kadın vekil sayısı bu görüşün “siyasette kadına geçit yok” anlamına geldiğini anlatmak için yeterli olsa gerek.

Demokrat olduklarını ileri sürenlerin demokrasi anlayışı, Türk kadınının kazanımlarını elinden almanın yanında onun siyasetin kıyısındaki yerini pekiştirmeye, ikinci cins konumunu sürdürmeye yönelik. Demokrasi diyenlerin Cumhuriyet (!) anlayışındaki kadının yeri hiç iç açıcı değil. Atatürk’ün Cumhuriyet anlayışı kadının özgürleşmesinin yolunu açtı. Kadını örtünün altından çıkaran tüm açılımlar laik Cumhuriyetin eseridir. Yeniden örtmek isteyenlerin laik Cumhuriyet ile onun kurumlarına “kadının özgürleşmesi” başlığıyla (?!) meydan okuyuşlarının örnekleri giderek çoğaltılmaktadır.

Türkiye, demokrasi hamlesi gibi gösterilen geri adımlarla laik Cumhuriyetin kazanımlarının eritilişine seyirci kalmamalıdır. İçeriden ve dışarıdan Atatürk’e yönelik, Türk ordusuna yönelik tüm karalamalar ancak laik Cumhuriyet ve onun kurumları etrafında kenetlenilerek aşılabilecektir. Atatürk’ün bıraktığı meşale, sonsuza kadar aydınlatacak güçtedir; yapılması gereken ona sahip çıkıp, gelecek nesillere aktarabilecek kararlılığı göstermektir... Türkiye’nin yarınlarını AB parantezinin içerisine sığıştırılan boşaltılmış kavramlar üzerinden kendi yerlerini sağlamlaştıranlar değil; sahip olunan güçlü kurumların içlerinin boşaltılmasına seyirci kalmamaya kararlı kitleler belirlemelidir. Bunun için toplumda güçlü bir irade vardır. Önemli olan bu iradeyi ortaya çıkaracak sosyal ve siyasal güçlerin işbirliği, güçlerin bir yerde toplanmasıdır. Laik Cumhuriyet bir kararlılığın ürünü. O’nun ömrü, bu kararlılığın sürdürülmesine ve sahiplenme derecesine bağlı olacaktır.

12 Haziran 2018 Salı

Cumhuriyetçi misiniz demokrat mı? Yazan: Regis Debray

Cumhuriyetçi misiniz demokrat mı?
Regis Debray

Anayasa değişikliği Medeniyetler İttifakı Projesi ve Büyük Ortadoğu Projesi eşbaşkanı Erdoğan’ın kişisel taleplerinin yanı sıra bu projelerin de amaçlarına uygundu. Amaç Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesiydi.

HAYIRcıların bir kısmı anayasa değişikliğini sadece otoriter bir başkanlık ve totaliter bir rejimin yerleşmesi olarak dile getirdiler. Bu bakış açısıyla da demokrasi cephesini önerdiler. YSK’nın ilan ettiği %49’luk HAYIR oyunu da halkın demokrasi talebinin somutlaşması olarak yorumladılar.

Hayır cephesinde yer alan anti-cumhuriyetçi ve kimlikçi bir siyaset izleyenlerle birlikte hareket eden bazı kesimler de ne yazık ki ABD-AB’nin ülkelerde rejim değişiklikleri için bir silah gibi kullandıkları demokrasi ve insan haklarını siyasetiyle aralarına sınır koymaya yeterince özen göstermiyorlar. Üstelik dış odaklara yönelik mesajlarla, yaptıkları şikayetlerle ve iktidara yönelik eleştirileri içerikleriyle, ABD-AB ile “demokrasi ve insan haklarını” ekseninde ortak hareket ettikleri görüntüsü içindeler.

Bölgemizde ve ülkemizde %80-90’a ulaşan ABD-AB karşıtı düşünce ve duyguları görmezden geliyorlar. Bağımsızlıktan vazgeçmeyen, cumhuriyet değerlerini savunan aynı zamanda kendisini muhafazakâr ve yurtsever olarak tanımlayan geniş toplumsal kesimlere aralarındaki mesafeyi daha da açıyorlar.

Prof. Dr. Ahmet Arslan’ın çevirisini yaptığı, Regis Debray’ın “Cumhuriyetçi misiniz demokrat mısınız?” başlıklı yazısının bir bölümünü, içinde bulunduğumuz sürece katkı sağlayacağını düşünerek yayınlıyoruz.

CUMHURİYETÇİ MİSİNİZ DEMOKRAT MI?
Cumhuriyetin birincil erdeminin hafıza olmasına karşılık, demokrasinin gücü unutmada yatar. İnsanın insanı yaptığı yerde, doğan her çocuk 6000 yaşındadır. Eğer elinizde tarihten başka bir şey yoksa, geçmişten kendinizi ayırmanız, kendi kendinizi sakatlamanızdır. İnsanı yapan Tanrı olduğunda ise, Tanrı onu her doğuşunda yeniden yapar. O macerasına sıfırdan başlar. Cumhuriyette bundan dolayı en büyük değer kütüphaneye, demokraside ise televizyona verilir. Çünkü kütüphanelerin, kendilerine ibadet edilmesi kültürü belirleyen büyük ölülerin saygıdeğer mezarlıkları olmasına karşılık, televizyon zevkli bir biçimde zamanı öldürür. Cumhuriyet bir kütüphane gibi, yaşayanlardan çok ölülerden meydana gelir. Oysa demokraside, televizyonda olduğu gibi, yaşayanlara bilgi vermek hakkına sahip olanlar yalnızca yaşayanlardır. Her sistemin mahzurları vardır ve bunlar tartışma konusudur.

Eşitlik
Cumhuriyet, eşitlikçi (égalitariste) olmaksızın eşitliği sever. Çünkü kabiliyet ve çabaları göz önüne almaksızın koşullar ve ödülleri aynı seviyeye getirmeye çalışan adalet değildir, hınçtır. Söz konusu olan, bunları oranlamaktır -her zaman geçerli olan bir formülü olmayan ve daima zayıf olan çözümü adalet uğruna bitmez tükenmez mücadeleyi gerektiren ebedi problem.- Buna karşılık demokrasinin programında toplumsal eşitlik yoktur. Onda ekonomik eşitsizliklerin yaratmış olduğu problem ne kadar aşılmak istenirse o kadar çok ve o kadar yüksek sesle insanların özgürlüklerinden söz edilir. Eşitlik kavramından demokrat, sadece kanun önünde eşitliği anlamakla yetinebilir. Ancak cumhuriyetçi ona zorunlu olarak maddi şartların belli bir eşitliğini ekler. Ona göre bu olmaksızın yurttaşlık antlaşması sahte bir paylaşmadır. Her gün kaldırımlarda binlerce paryanın veya toplumdışı yoksulların ölmesi, Hindistan’ı gerçek bir demokrasi olmaktan alıkoymaz. New York’ta binlerce evsiz barksızın veya esrarkeşin kışın parklarda uyuması, fakirlerin ve zenginlerin aralarında hiçbir benzerlik olmayan kendi hastaneleri ve okullarının olması özgürlük heykelinin dünya çapındaki ve haklı şöhretine bir halel getirmez. Gelirler veya ücretler arasındaki oranın bire elli olduğu bir memlekette artık cumhuriyetten bahsedilemez; ama demokrasiden bahsedilebilir. Cumhuriyetçi ideal, belli bir oran duygusunu şart koşar. Tesadüfen halkın öğrenmiş olduğu büyük artistlerin veya günün güçlülerinin büyük gelirleri parasız bir demokratta ancak bir omuz silkmesine sebep olur. O bunu teşebbüs hürriyetine verilen basit bir fidye olarak yorumlar. Buna karşılık lüks yığınlarını veya imtiyazların artmasını kınamak, bir cumhuriyetçi için Isparta hayat tarzını veya çileciliği övmek değildir. Yoksulluk bir demokrasiyi üzer; ama bir cumhuriyeti sarsar. Birinci, maksimum bir dayanışma ve birkaç bağış ister. İkinci, minimum bir kardeşlik ve birçok kanun. Birincinin vakıflara havale ettiği şeyi, ikinci önce bakanlardan talep eder.

Bu iki duyarlılık, güven verici ideolojilere de çevrilebilir ve büyük atalarla birlikte şu tekrar edilebilir: Sosyalizm ve liberalizm sonuna kadar götürülmüş cumhuriyet ve demokrasidir. Yalnız son derece doğru olan bu karşıtlık, “globe” okuyucularına modası geçmiş görünecektir. Çünkü sosyalistlerin, yani “şu eski cumhuriyetçiler”in kendileri artık genç ve farklı bir grup olarak ortaya çıkmak istediklerinden, onlarda toplumsal eşitsizlikler teması “insan hakları” sloganının arkasına geçmektedir.

Bir cumhuriyetçi, insanı yurttaştan ayırmaktan kaçınacaktır. Çünkü bir insana politik haklarını veren, siteye ait olmadır. Bireyin artık bir yurttaş gibi değil, basit bir özel şahıs olarak ele alındığı andan itibaren, ufukta kölelik -ve hemen arkasından kanunların yokluğu demek olan keyfilik- kendini gösterir. Cumhuriyette özgürlük bireylere ancak kanunların gücüyle, yani devletle gelir. Demokratların sadece “insan hakları”ndan bahsetmeleri, buna karşılık cumhuriyetçilerin her zaman buna “yurttaşlık” haklarını eklemeleri hayret verici değildir. Bu onların gözünde bir şarttır, bir tamamlayıcı şey değil. Nasıl ki yine bir cumhuriyetçinin gözünde laiklik hoşgörünün şartı olup onun karşıtı değilse. Ancak bu, özel hayatında ve çoğu kez, zamanın havasına boyun eğmeyen cumhuriyetçinin “bireyci”, toplumsal olanın baskısına boyun eğen demokratın ise “toplumcu” olmasına engel değildir. Demokrasinin savunduğu bireycilik, o zaman, bireyleri olmayan bir dünyanın ruhu, koyunun tinsel çeşnisi olur. İstatistik, aydın kanaatten daha emin bir biçimde sıradan kanaati destekler ve yüceltir. Farklılığı yücelten, sıradan insanlar ve Ortodoksilerle alay eden, özgürlüğü “istediğini yapma” olarak tanımlayan farklılıkçılar bazen kendi aralarında birbirlerine, özgürlüğü iyi düşünmek ve gerekeni yapmak olarak tanımlayan ölçülü zihinlerden daha fazla benzerler. Rabelais’in “Theleme”si düşünüldüğü yerde değildir.

Bireyler arasındaki ayrılıkları ortadan kaldırmak, öyle bir dünya idealidir ki bu dünyada tartışmanın, tartışan hasımlara sonuçta aralarındaki sivri görüş farklılıklarını töprüleyerek bakış açılarını uzlaştırma imkanı verdiğinde faydalı olduğu söylenir -sanki demokrasi bize başkalarına karşı bu ödevi, yani onunla uyuşma ödevini empoze ediyormuş gibi.- Cumhuriyette ise aralarındaki görüş ayrılıklarını açıklığa kavuşturmak, hatta karşılıklı saygı içinde onları keskinleştirmek için, tartışmanın yararlı olduğu düşünülür. Cumhuriyetçinin parolası “uç görüşler beni ilgilendiriyor”dur. Demokratın ki ise “aşırı olan her şey, değersiz”dir. Cumhuriyetçinin hedefi, uygunsuz olanı kibarlıkla birleştirmektir. Her şeyden önce rahatsız edici (incommode) zihinlere ihtiyacı olan bu rejimin kendisinin rahatsız edici olduğu anlaşılmaktadır. Homo Republicanus & Homo Democraticu
Toplumsal mutabakatla (consensus) çalışan demokrasinin sıkıntısını gidermek için sık ve moda şeyler olarak vardır. Moda onun konformizmini renklendiren bir gölge ödevi görür. Aşırı mağrur ve yüce ruhlu Stendhal, cumhuriyetçinin en iyi örneğidir. Dostu Mérimée ise derin bir demokrat. Ve Hugo cumhuriyetçi, Sainte-Beuve demokrattır (Flaubert ne biri ne diğeridir.) Yoksulların dostu, demokrasinin açık savunucusu ve sonuna kadar toplumun çoğunluğunu arkasında bulmuş olan III. Napoléon’a hayır demek için biraz “senyör” olmak lazımdı. Azınlıkta kalan bir cumhuriyetçi öfkelenir, köpürür, azınlıkta kalan bir demokrat ise çöker, yok olur.

Bugün “kim, nedir”den daha revaçta bir grup oyunu olamaz. Joxe ve Chènement cumhuriyetçi mi? Lang ve Jospin demokrat mı? Chevènement Okul’a saygısını gösterdi. Fakat Joxe devlet okullarında başörtüsünü rahatça kabul etmektedir. Hiçbir şey basit değil. Mitterrand zor durumlarda cumhuriyetçi, işler yolunda gittiğinde ise demokrat görünüyor (tersinden daha iyi). O iki başlı Janus gibi. Bugün Elyée’de rahat günlerinin keyfini çıkarıyor. Michel Rocard demokrat bir tip. İktidar koridorlarında her tarafta cumhuriyetçiler gerilemiş durumdalar. Genel kural olarak cumhuriyetçi ekonomiden hoşlanmaz. Ekonomi de ondan hoşlanmaz. Maliye müfettişlerine gelince, onlar demokrasiye bayılırlar. İdeal olarak ekonominin peşinden koşmanın insanı çabucak idealin kendisinden ekonomi (fedakarlık) yapmaya götürdüğü bilinmektedir. Bunun tersine hesap yapmasını bilmemek de insanların alın terlerine önem vermektedir. Fazla ekonomicilik cumhuriyeti öldürür mü? Gereğinden az da öldürür. “Le Monde” uzun zaman “Cumhuriyetçi” bir gazete oldu. “Liberation” ise ta baştan beri “demokrat” bir gazetedir. 68 kuşağına bağlılığından ötürü bir tür doğuştan anti-cumhuriyetçi bir gazete.

Bundan uzun kış geceleri için eğlenceli bir küçük karakter tahmin etme oyunu çıkabilir. Tiplerin karşılıklı olarak birbirleri içine nüfuz edişi o kadar güçlüdür ki bir doğruyu ifade etme anında yanılgıya düşeceğinizden emin olabilirsiniz. Ama şunları gözlemenin cazibesine nasıl direnilebilir? Cumhuriyetçinin en iyi olduğu şey, yazı; demokratınki ise sözdür. Biri insanları (erkekler veya kadınlar) araya mesafe koyarak ayartır. O, soğuk biridir. Sadık, ancak bencil bir varlıktır. Diğeri sıcakkanlıdır, kendisiyle daha kolay ilişki kurabilir. Herkese ve hemen zevkli anlar sunabilir. İnsana yakındır; ancak havaidir. Topluluk önünde konuştuğunda cumhuriyetçi tumturaklı veya kırıcı görünür. Söylediği doğru olabilir; ama sahte görünür. Demokrat, neşeli ve esprilidir. Belki söylediği doğru değildir; ama öyle görünür. Demokrat için, eseri liste başı olan biri, tamamen kötü olamaz; tanınmamış bir yazar da gerçekten iyi olamaz. Cumhuriyetçi de 50 en iyi eser listesinde yer alan kitapları okuyabilir; ama aşağıdan yukarıya. Cumhuriyetçi kadın düşmanı mıdır? Demokrat da erkek düşmanı mıdır? Cinsel basmakalıplar kültürümüz için tehlikelidirler, kutuplar ise aydınlatıcı. O halde şöyle diyelim: “Homo Republicanus”, erkek türünün kusurlarını taşır; buna karşılık “Homo Democraticus” kadın türünün meziyetlerine sahiptir. Cumhuriyetçi için özellikle geçip giden, gücü kemiren ve tahrip eden zaman önemlidir. Bunun sonucu iş sıkıntısı, gerginliktir. Bütün bunlar kendi kendine olduğu için cumhuriyetçi gerginleşir. Demokrat için ise önemli olan havanın nasıl olduğudur. Ona göre endişeye mahal yoktur, çünkü mevsimler birbirini izleyecek ve yağmurdan sonra güneş ortaya çıkacaktır. Çarşaftan sonra da blujin. Savaştan sonra barışma gelecektir. Demokrat savaşa o kadar az inanır ki ilk silah atışı ile birlikte barışa hazırlanır. Bu, bunalım döneminde tehlikelidir. Acaba akıllı kim, deli kim? Bunu nasıl bilebiliriz? Bu ikisini birleştirmek gerekir. Bu tehlikeleri azaltacaktır. Merak etmeyin; hayat bunu oyun oynar gibi kendi kendisine yapmaktadır.

Sistemlerdeki Kaymalar
Politik konuda güzelliklerin değerlendirilmesi hiç tavsiye edilmez. Anormallikler, korkunç şeyler üzerinde durulması tercih edilir. Bu, nedensiz değildir: Onların bize şeylerin temelini, aslını açığa vurdukları söylenir. Bir cumhuriyet patolojisi vardır. Geçen yüzyılda Hippolyte Taine, yani çağdaş solcularımızın en az okuyup, en çok zikrettikleri yazar, geometri zihniyetinin bozduğu, bir insan kavramı adına gerçek insanları küçümseyen, buz gibi acımasız Jakobin hakkında her şeyi söylemiştir. Bu “iğrenç teorisyen”, “bu lise öğretmeni” canlı bir halk düşmanıdır. Onun geçişine bakın: Kuru, zayıf, şüphe dolu, gözlerinin derinliklerinde bir giyotinle dolaşır. Konuşmasına bakın: Her şeyi açıklar; ama hiçbir şeyi anlamaz. Bu tutucu karikatürde her şey yanlış değil. Gerçekten hasta bir cumhuriyetin varacağı yer kışla, hasta bir demokrasinin sonu genelevdir. Huzursuz, rahatsız cumhuriyetlerin yolunu otoriteci eğilimler, uysal demokrasilerin yolunu ise demagojik eğilimler gözler.

Sistemlerdeki kaymaları karşı karşıya koymak uygun olacaktır. Ama her modelin karşıtları burada sahte bir simetri olduğunu haykıracaklardır. Bugün cumhuriyetçi modelin eleştirisinin, hastalığından hareketle yapıldığı bir gerçektir. Böylece onda ilkelerin sağlamlığının davranışların katılığını, tutarlılık iradesinin baskıcı zihniyeti, mantığın dar düşünceliliği gizlediği ortaya konmak istenecektir. Suçlanan cumhuriyetçi ise yapılan iltifatı demokratın kendisine çevirmekte yarar görecektir. Beni mağrur mu buluyorsunuz? (Avrupa’nın bütün ağızlarında “Fransız” olanla en sık birleştirilen sıfat.) Ben de sizi pek mezhebi geniş buluyorum. Ben mi dogmatiğim, genç adam. Aynada kendinize baksanıza, sizden daha fazla her çiçeğe konan olabilir mi? Gevşekliğinizi gizlemek için yumuşaklığınızla (souplesse) övünüyorsunuz. Gerçekçi kim, siz mi? Herhalde çıkarcı, fırsatçı demek istiyorsunuz. Siz beni kavgacı ve yobaz mı görüyorsunuz? Ben de sizi kaypak ve fırdöndü buluyorum. Karşılıklı olarak yapılan bu iltifatlar her iki kampa saflarını sıkılaştırmak imkanını vermektedir. Bunun sayesinde her biri komşusunun çarpıtıcı aynasında kendisini güzel bulmaktadır. Patolojik örneklere dayanılarak yapılan tartışma, narsizmin klasik bir hilesidir.

Cumhuriyetin korkunç biçimlerinin bugün demokrasininkilerden bin defa daha fazla alaylara yol açması bir tesadüf değil. Alayların oranı, kuvvetlerin oranını ifade etmektedir. 1989’un Fransa Cumhuriyeti’nde, cumhuriyet azınlıkta kalmıştır. Bir demokrat için de azınlıkta bulunan daima çirkindir.

Regis DEBRAY
Çeviren: Prof. Dr. Ahmet Arslan
Yayınlanma tarihi 23 Kasım 2009
http://akademikanaliz.blogspot.ru/2009/11/cumhuriyetci-misiniz-demokrat-m.html
Yazının tamamına aşağıdaki linkten ulaşılabilir:
http://emreyildirim.me/wp-content/uploads/2013/12/regisdebray.pdf
***
(ORİJİNAL TAM METİN)
Cumhuriyetçi misiniz, demokrat mı? 
Regis DEBRAY - Çeviren: Prof. Dr. Ahmet Arslan 
Cumhuriyetin birincil erdeminin hafıza olmasına karşılık, demokrasinin gücü unutmada yatar.
İnsanın insanı yaptığı yerde, doğan her çocuk 6000 yaşındadır. Eğer elinizde tarihten başka bir şey yoksa, geçmişten kendinizi ayırmanız, kendi kendinizi sakatlamanızdır. İnsanı yapan Tanrı olduğunda ise, Tanrı onu her doğuşunda yeniden yapar. O macerasına sıfırdan başlar. Cumhuriyette bundan dolayı en büyük değer kütüphaneye, demokraside ise televizyona verilir. Çünkü kütüphanelerin, kendilerine ibadet edilmesi kültürü belirleyen büyük ölülerin saygıdeğer mezarlıkları olmasına karşılık, televizyon zevkli bir biçimde zamanı öldürür. 
Cumhuriyet bir kütüphane gibi, yaşayanlardan çok ölülerden meydana gelir. 
Oysa demokraside, televizyonda olduğu gibi, yaşayanlara bilgi vermek hakkına sahip olanlar yalnızca yaşayanlardır. Her sistemin mahzurları vardır ve bunlar tartışma konusudur. Eşitlik Cumhuriyet, eşitlikçi (égalitariste) olmaksızın eşitliği sever. Çünkü kabiliyet ve çabaları göz önüne almaksızın koşullar ve ödülleri aynı seviyeye getirmeye çalışan adalet değildir, hınçtır. Söz konusu olan, bunları oranlamaktır -her zaman geçerli olan bir formülü olmayan ve daima zayıf olan çözümü adalet uğruna bitmez tükenmez mücadeleyi gerektiren ebedi problem. Buna karşılık demokrasinin programında toplumsal eşitlik yoktur. Onda ekonomik eşitsizliklerin yaratmış olduğu problem ne kadar aşılmak istenirse o kadar çok ve o kadar yüksek sesle insanların özgürlüklerinden söz edilir. Eşitlik kavramından demokrat, sadece kanun önünde eşitliği anlamakla yetinebilir. 
Ancak cumhuriyetçi ona zorunlu olarak maddi şartların belli bir eşitliğini ekler.
Ona göre bu olmaksızın yurttaşlık antlaşması sahte bir paylaşmadır.
Her gün kaldırımlarda binlerce paryanın veya toplumdışı yoksulların ölmesi, Hindistan’ı gerçek bir demokrasi olmaktan alıkoymaz. New York’ta binlerce evsiz barksızın veya esrarkeşin kışın parklarda uyuması, fakirlerin ve zenginlerin aralarında hiçbir benzerlik olmayan kendi hastaneleri ve okullarının olması özgürlük heykelinin dünya çapındaki ve haklı şöhretine bir halel getirmez.
Gelirler veya ücretler arasındaki oranın bire elli olduğu bir memlekette artık cumhuriyetten bahsedilemez; ama demokrasiden bahsedilebilir. 
Cumhuriyetçi ideal, belli bir oran duygusunu şart koşar. 
Tesadüfen halkın öğrenmiş olduğu büyük 2 artistlerin veya günün güçlülerinin büyük gelirleri parasız bir demokratta ancak bir omuz silkmesine sebep olur. O bunu teşebbüs hürriyetine verilen basit bir fidye olarak yorumlar. Buna karşılık lüks yığınlarını veya imtiyazların artmasını kınamak, bir cumhuriyetçi için Isparta hayat tarzını veya çileciliği övmek değildir.
Yoksulluk bir demokrasiyi üzer; ama bir cumhuriyeti sarsar.
Birinci, maksimum bir dayanışma ve birkaç bağış ister. İkinci, minimum bir kardeşlik ve birçok kanun. Birincinin vakıflara havale ettiği şeyi, ikinci önce bakanlardan talep eder. Bu iki duyarlılık, güven verici ideolojilere de çevrilebilir ve büyük atalarla birlikte şu tekrar edilebilir: Sosyalizm ve liberalizm sonuna kadar götürülmüş cumhuriyet ve demokrasidir. Yalnız son derece doğru olan bu karşıtlık, “globe” okuyucularına modası geçmiş görünecektir. 
Çünkü sosyalistlerin, yani “şu eski cumhuriyetçiler”in kendileri artık genç ve farklı bir grup olarak ortaya çıkmak istediklerinden, onlarda toplumsal eşitsizlikler teması “insan hakları” sloganının arkasına geçmektedir. Bir cumhuriyetçi, insanı yurttaştan ayırmaktan kaçınacaktır. Çünkü bir insana politik haklarını veren, siteye ait olmadır. Bireyin artık bir yurttaş gibi değil, basit bir özel şahıs olarak ele alındığı andan itibaren, ufukta kölelik -ve hemen arkasından kanunların yokluğu demek olan keyfilik- kendini gösterir. Cumhuriyette özgürlük bireylere ancak kanunların gücüyle, yani devletle gelir. Demokratların sadece “insan hakları”ndan bahsetmeleri, buna karşılık cumhuriyetçilerin her zaman buna “yurttaşlık” haklarını eklemeleri hayret verici değildir.
Bu onların gözünde bir şarttır, bir tamamlayıcı şey değil. 
Nasıl ki yine bir cumhuriyetçinin gözünde laiklik hoşgörünün şartı olup onun karşıtı değilse. Ancak bu, özel hayatında ve çoğu kez, zamanın havasına boyun eğmeyen cumhuriyetçinin “bireyci”, toplumsal olanın baskısına boyun eğen demokratın ise “toplumcu” olmasına engel değildir. Demokrasinin savunduğu bireycilik, o zaman, bireyleri olmayan bir dünyanın ruhu, koyunun tinsel çeşnisi olur. İstatistik, aydın kanaatten daha emin bir biçimde sıradan kanaati destekler ve yüceltir. Farklılığı yücelten, sıradan insanlar ve Ortodoksilerle alay eden, özgürlüğü “istediğini yapma” olarak tanımlayan farklılıkçılar bazen kendi aralarında birbirlerine, özgürlüğü iyi düşünmek ve gerekeni yapmak olarak tanımlayan ölçülü zihinlerden daha fazla benzerler.
Rabelais’in “Theleme”si düşünüldüğü yerde değildir. 
Bireyler arasındaki ayrılıkları ortadan kaldırmak, öyle bir dünya idealidir ki bu dünyada tartışmanın, tartışan hasımlara sonuçta aralarındaki sivri görüş farklılıklarını törpüleyerek bakış açılarını uzlaştırma imkanı verdiğinde faydalı olduğu söylenir -sanki demokrasi 3 bize başkalarına karşı bu ödevi, yani onunla uyuşma ödevini empoze ediyormuş gibi.- Cumhuriyette ise aralarındaki görüş ayrılıklarını açıklığa kavuşturmak, hatta karşılıklı saygı içinde onları keskinleştirmek için, tartışmanın yararlı olduğu düşünülür. 
Cumhuriyetçinin parolası “uç görüşler beni ilgilendiriyor”dur. Demokratın ki ise “aşırı olan her şey, değersiz”dir. Cumhuriyetçinin hedefi, uygunsuz olanı kibarlıkla birleştirmektir. Her şeyden önce rahatsız edici (incommode) zihinlere ihtiyacı olan bu rejimin kendisinin rahatsız edici olduğu anlaşılmaktadır. Homo Republicanus & Homo Democraticus Toplumsal mutabakatla (consensus) çalışan demokrasinin sıkıntısını gidermek için sık ve moda şeyler olarak vardır. Moda onun konformizmini renklendiren bir gölge ödevi görür. Aşırı mağrur ve yüce ruhlu Stendhal, cumhuriyetçinin en iyi örneğidir. Dostu Mérimée ise derin bir demokrat. Ve Hugo cumhuriyetçi, Sainte-Beuve demokrattır (Flaubert ne biri ne diğeridir.) Yoksulların dostu, demokrasinin açık savunucusu ve sonuna kadar toplumun çoğunluğunu arkasında bulmuş olan III. Napoléon’a hayır demek için biraz “senyör” olmak lazımdı. Azınlıkta kalan bir cumhuriyetçi öfkelenir, köpürür, azınlıkta kalan bir demokrat ise çöker, yok olur. Bugün “kim, nedir”den daha revaçta bir grup oyunu olamaz. Joxe ve Chènement cumhuriyetçi mi? Lang ve Jospin demokrat mı? Chevènement Okul’a saygısını gösterdi. Fakat Joxe devlet okullarında başörtüsünü rahatça kabul etmektedir. 
Hiçbir şey basit değil. Mitterrand zor durumlarda cumhuriyetçi, işler yolunda gittiğinde ise demokrat görünüyor (tersinden daha iyi). O iki başlı Janus gibi. Bugün Elyée’de rahat günlerinin keyfini çıkarıyor. Michel Rocard demokrat bir tip. İktidar koridorlarında her tarafta cumhuriyetçiler gerilemiş durumdalar. Genel kural olarak cumhuriyetçi ekonomiden hoşlanmaz. Ekonomi de ondan hoşlanmaz. Maliye müfettişlerine gelince, onlar demokrasiye bayılırlar. İdeal olarak ekonominin peşinden koşmanın insanı çabucak idealin kendisinden ekonomi (fedakarlık) yapmaya götürdüğü bilinmektedir. Bunun tersine hesap yapmasını bilmemek de insanların alın terlerine önem vermektedir. Fazla ekonomicilik cumhuriyeti öldürür mü? Gereğinden az da öldürür. “Le Monde” uzun zaman “Cumhuriyetçi” bir gazete oldu. “Liberation” ise ta baştan beri “demokrat” bir gazetedir. 68 kuşağına bağlılığından ötürü bir tür doğuştan anti-cumhuriyetçi bir gazete. Bundan uzun kış geceleri için eğlenceli bir küçük karakter tahmin etme oyunu çıkabilir. Tiplerin karşılıklı olarak birbirleri içine nüfuz edişi o kadar güçlüdür ki bir doğruyu ifade etme anında yanılgıya düşeceğinizden emin olabilirsiniz. 
Ama şunları gözlemenin cazibesine nasıl direnilebilir? Cumhuriyetçinin en iyi olduğu şey, yazı; 4 demokratınki ise sözdür. Biri insanları (erkekler veya kadınlar) araya mesafe koyarak ayartır. O, soğuk biridir. Sadık, ancak bencil bir varlıktır. Diğeri sıcakkanlıdır, kendisiyle daha kolay ilişki kurabilir. Herkese ve hemen zevkli anlar sunabilir. İnsana yakındır; ancak havaidir. Topluluk önünde konuştuğunda cumhuriyetçi tumturaklı veya kırıcı görünür. Söylediği doğru olabilir; ama sahte görünür. Demokrat, neşeli ve esprilidir. Belki söylediği doğru değildir; ama öyle görünür. Demokrat için, eseri liste başı olan biri, tamamen kötü olamaz; tanınmamış bir yazar da gerçekten iyi olamaz. Cumhuriyetçi de 50 en iyi eser listesinde yer alan kitapları okuyabilir; ama aşağıdan yukarıya. Cumhuriyetçi kadın düşmanı mıdır? Demokrat da erkek düşmanı mıdır? Cinsel basmakalıplar kültürümüz için tehlikelidirler, kutuplar ise aydınlatıcı. 
O halde şöyle diyelim: “Homo Republicanus”, erkek türünün kusurlarını taşır; buna karşılık “Homo Democraticus” kadın türünün meziyetlerine sahiptir. Cumhuriyetçi için özellikle geçip giden, gücü kemiren ve tahrip eden zaman önemlidir. Bunun sonucu iş sıkıntısı, gerginliktir. Bütün bunlar kendi kendine olduğu için cumhuriyetçi gerginleşir. Demokrat için ise önemli olan havanın nasıl olduğudur. Ona göre endişeye mahal yoktur, çünkü mevsimler birbirini izleyecek ve yağmurdan sonra güneş ortaya çıkacaktır. Çarşaftan sonra da blujin. Savaştan sonra barışma gelecektir. Demokrat savaşa o kadar az inanır ki ilk silah atışı ile birlikte barışa hazırlanır. Bu, bunalım döneminde tehlikelidir. Acaba akıllı kim, deli kim? Bunu nasıl bilebiliriz? 
Bu ikisini birleştirmek gerekir. Bu tehlikeleri azaltacaktır. Merak etmeyin; hayat bunu oyun oynar gibi kendi kendisine yapmaktadır. Sistemlerdeki Kaymalar Politik konuda güzelliklerin değerlendirilmesi hiç tavsiye edilmez. Anormallikler, korkunç şeyler üzerinde durulması tercih edilir. Bu, nedensiz değildir: Onların bize şeylerin temelini, aslını açığa vurdukları söylenir. Bir cumhuriyet patolojisi vardır. Geçen yüzyılda Hippolyte Taine, yani çağdaş solcularımızın en az okuyup, en çok zikrettikleri yazar, geometri zihniyetinin bozduğu, bir insan kavramı adına gerçek insanları küçümseyen, buz gibi acımasız Jakobin hakkında her şeyi söylemiştir. Bu “iğrenç teorisyen”, “bu lise öğretmeni” canlı bir halk düşmanıdır. Onun geçişine bakın: Kuru, zayıf, şüphe dolu, gözlerinin derinliklerinde bir giyotinle dolaşır. Konuşmasına bakın: Her şeyi açıklar; ama hiçbir şeyi anlamaz. Bu tutucu karikatürde her şey yanlış değil. Gerçekten hasta bir cumhuriyetin varacağı yer kışla, hasta bir demokrasinin sonu genelevdir. Huzursuz, rahatsız cumhuriyetlerin yolunu otoriteci eğilimler, uysal demokrasilerin yolunu ise demagojik eğilimler gözler. Sistemlerdeki kaymaları karşı karşıya koymak uygun olacaktır. 
Ama her 5 modelin karşıtları burada sahte bir simetri olduğunu haykıracaklardır. Bugün cumhuriyetçi modelin eleştirisinin, hastalığından hareketle yapıldığı bir gerçektir. Böylece onda ilkelerin sağlamlığının davranışların katılığını, tutarlılık iradesinin baskıcı zihniyeti, mantığın dar düşünceliliği gizlediği ortaya konmak istenecektir. Suçlanan cumhuriyetçi ise yapılan iltifatı demokratın kendisine çevirmekte yarar görecektir. Beni mağrur mu buluyorsunuz? (Avrupa’nın bütün ağızlarında “Fransız” olanla en sık birleştirilen sıfat.) Ben de sizi pek mezhebi geniş buluyorum. Ben mi dogmatiğim, genç adam. Aynada kendinize baksanıza, sizden daha fazla her çiçeğe konan olabilir mi? Gevşekliğinizi gizlemek için yumuşaklığınızla (souplesse) övünüyorsunuz. 
Gerçekçi kim, siz mi? Herhalde çıkarcı, fırsatçı demek istiyorsunuz. Siz beni kavgacı ve yobaz mı görüyorsunuz? Ben de sizi kaypak ve fırdöndü buluyorum. Karşılıklı olarak yapılan bu iltifatlar her iki kampa saflarını sıkılaştırmak imkanını vermektedir. Bunun sayesinde her biri komşusunun çarpıtıcı aynasında kendisini güzel bulmaktadır. Patolojik örneklere dayanılarak yapılan tartışma, narsizmin klasik bir hilesidir. Cumhuriyetin korkunç biçimlerinin bugün demokrasininkilerden bin defa daha fazla alaylara yol açması bir tesadüf değil. 
Alayların oranı, kuvvetlerin oranını ifade etmektedir. 
1989′un Fransa Cumhuriyeti’nde, cumhuriyet azınlıkta kalmıştır. Bir demokrat için de azınlıkta bulunan daima çirkindir. Cumhuriyeti yöneten, evrensel kavramdır; demokrasiyi yöneten ise yerel kavram. Cumhuriyette her milletvekili tüm ulusun milletvekilidir. Demokraside ise her temsilci kendi seçim bölgesinin veya “constituency”sinin temsilcisidir. Birinci, dünyanın yüzüne hiç kimsenin görmemiş olduğu evrensel insanın haklarını haykırır; ikinci ise Amerikalıların, İngilizlerin ve Almanların haklarını, sınırlı; fakat gerçek topluluklar tarafından zaten elde edilmiş olan hakları savunur. Çünkü evrensel olan soyuttur, yerel olan ise somut. Bu ise her modele kendi büyüklüğünü ve köleliklerini verir. Akıl en üstün referansı olduğu için cumhuriyette devlet üniter ve doğası gereği merkezidir. Cumhuriyet devleti mahalli değerler, adetler ve kurumları aşarak ağırlıklar ve ölçüler, şiveler ve yönetimler, okul programları ve ders yılı takvimlerini birleştirir. Çoğulcu kültür içinde gelişen demokrasi ise eğilimi itibariyle federal ve kuşkuculuğundan ötürü de anti-merkeziyetçidir. Demokrat, “herkese kendi hakikati” diyerek iç çeker. Onun için sadece kanaatler vardır (ve onlar temelde birbiriyle aynı değerdedir). Buna karşılık cumhuriyetçi hatalı olanları tehlikeye atma riskini göstererek “hakikat bir, hata muhteliftir” deme eğiliminde olacaktır. 
Demokrat öz-yönetim ve özel statülere bayılır. Her şehirsel, dinsel veya yerel topluluğun kendi “doğal” liderleri, kendi özel programlı okulları, hatta kendi mahkemeleri ve milisleri olmasında bir kötülük görmez. Yamalı bohça, bir cumhuriyetçi için 6 kabul edilemez. Demokrasi bölgeciliklerin ortaya çıkmasına, özel çıkarların bencilliklerin kendisini göstermesine izin verebilir. Çünkü onun derin kanaati “Tanrı’ya güveniyoruz”dur (in God we trust). Zaten her yeşil banknotun üzerinde de bu vardır. “Tanrı’nın altında tek ulus” (one nation under God) dağılma tehlikesi göstermez, çünkü demokrata göre Tanrı iyi bir federatördür. Demokrasi canının istediği kadar maddeci, aşırı bireyci görünebilir. Çünkü mezhepler arası farklılık ne kadar büyük olursa olsun, topluluklar arası mutabakat (consensus) bütün otel odalarında komidin üzerine yerleştirilmiş bulunan İbrahim’in mesajı ile sağlanmaktadır. 
Cumhuriyete demokrasinin yarısını getirmek isteyen liberaller, onun dinsel çerçevesini de ithal etmedikleri takdirde, tahrip ettikleri şeyin yerine yenisini koyamazlar. Çünkü püriten dinsel inancından soyutlanmış olarak bu idare şekli inançsız ve ilkesiz bir orman kanununa dönüşür. Pragmatizm, cumhuriyetin harcı değildir. O, “büyük amaçlar”ı olmaksızın ölür. Çünkü dünya devletinin ihtiyacı olan metafiziği o ne Yaratıcı’dan, ne de herhangi bir Vahiy’den isteyebilir. O kendine aşkın olmak zorundadır. Demek ki o, yönetmekten ölebilir. Devlet – Toplum Cumhuriyette devlet topluma hakimdir. Demokraside ise toplum devlete. 
Cumhuriyet çıkarlar çelişkisi ve şartların eşitsizliğini yasanın önceliği ile yumuşatır. İkincisi ise bunları bütünüyle ve insanların karşılıklı rızasıyla pragmatik sözleşme yoluyla düzeltir. “Ulusal formasyonun rektörü ve vektörü olan devlet”in (Pierre Nora) toplumsal düzenlemeyi uzun zamandan beri kendileriyle sağladığı memurlar yönetimine karşıt olarak demokraside hukukçular (jurites) yönetimi vardır. Bundan dolayı da Fransa’da hukukçuların (avukat, noter, hukuk danışmanı) sayısı, komşu ülkelerindekine göre çok düşüktür. Fransa’da 2 bin kişide 1 olan bu oran, İngiltere’de bin kişide 1, Batı Almanya’da bin 200 kişide 1, Birleşik Amerika’da ise 500 kişide 1′dir. Bir cumhuriyet zihinsel bakımdan cumhuriyetçi olanlardan meydana gelir. Bir demokrasi ise göreli bir kayıtsızlık içinde, hukuk metinlerinin soğuk nesnelliğine dayanılarak kanunların ruhu ile değil, lafzı ile işleyebilir. Seçimlere yüzde elli katılmama bir cumhuriyetin ruhunu yok eder; ama bir demokrasiye zarar vermez. Yargıçlar yönetimi, cumhuriyetçi değildir. Bunun nedeni sadece kanun koyucu halkın egemenliğinin elinden alınması değildir. Aynı zamanda onu, ruhunda ve vicdanında kanunların kendisine dikte ettiği şeyi isteme durumundan mahrum kılmasıdır. 
Kamusal – Özel 7 Ancak bu, öte yandan demokrasinin “ahlakçılık”a çok değer vermesiyle çelişik değildir. Çünkü demokrasi, özel olanla kamusal olanı, kişisel erdemlerle yurttaşlık görevini birbirine karıştırır. Demokrasi rahatlıkla adalet yerine sevgi ve acımayı (charité), kılavuz yerine Papaz John’u, toplumsal soruna tatmin edici bir cevap olarak Kızılhaç’ı veya şefkat birliklerini geçirebilir. Tinsel olanı dünyevi olandan ayırırken kendisinden hareket ettiği aynı nedenlerle özel olanı kamusal olandan ihtimamla ayıran cumhuriyet ise (Birleşik Amerika’da olduğu gibi) kamu görevini üzerine almış insanları özel hayatlarına göre yargılamayı reddeder. O, yurt sevgisini tercih eder. Ona göre iyi duygular veya iyi bir ahlakla iyi politika yapılmaz. Bundan dolayı adaleti sağlarken sevgisiz ve acımasız olabilir. Küçük veya orta boy veya geçmişi ile ilgili borcu olan bir demokrasi herhangi bir rahatsızlık duymaksızın veya bir şeyi inkar etmek zorunda olmaksızın askeri bakımdan bir başka devletin himayesi altında bulunabilir. Almanya, İtalya ve Japonya demokrasilerdir. 
Ancak bir cumhuriyet, bir cumhuriyet olarak kendisini inkar etmeksizin kendisini savunma işini bir başka devlete havale etmez. Onda içerdeki özgürlükle dışarıya karşı bağımsızlık bir ve aynı şeydir. Yurtsever denen kişi cumhuriyette özgürlük aşkıyla vatan sevgisini birbirinden ayırmaksızın vatanına komşularına göre hiçbir özsel üstülük tanımayan kişidir. Kendisinden daha zayıf olanı ezen bir cumhuriyet, kendi ilkelerini çiğnemiş olur ve bunu da er veya geç fark eder. Demokraside ise yurtseverler milliyetçiler adını alırlar. Bunlar özgürlüğü kudretle değiştirmeye hazır korkunç insanlardır. Her yurttaşın başkalarının özgürlüğünden sorumlu olması ve dolayısıyla ihtiyaç olduğunda silah taşıması gerektiği cumhuriyette devlet ordunun, ordu da devletin içine yerleştirilir. Ölüm önünde (ve tabii vatan görevi bakımından) eşitlik olmaksızın yurttaşların eşitliğinin ne anlamı vardır? Bundan dolayı cumhuriyetçi ilke, bütün vatandaşların askerlik görevlerini yapmalarına dayanan bir orduyu öğütler. 
Demokraside ise (Birleşik Amerika ve İngiltere’de olduğu gibi) özellikle barış zamanlarında ulusal savunma, profesyonellerin işidir. Cumhuriyette yurttaşlık bir olgu durumuna değil, bir hak ilkesine bağlıdır. Örneğin oy verme hakkına ya sahip olunur ya olunmaz; ama varsa ona tümüyle sahip olunur. Halk egemenliği parça parça verilmez ve siyasal haklar hiyerarşikleştirilemez. Buna karşılık demokrasi (biraz eski Atina’da olduğu gibi) birinci, ikinci, üçüncü sınıf yurttaşlara sahip olmayı kabul edebilir. Sadece o, “belediye seçimlerinden oy verme hakkı”yla “genel seçimlerde oy verme hakkı”nı birbirinden ayırabilir -Cumhuriyetçi meşruiyete olduğu gibi cumhuriyetçi ahlaka da aykırı olan bir ayırım-. 8 Okul Cumhuriyette her köyde iki hassas yer vardır. Seçimle gelenlerin kamunun iyiliği için birlikte müzakerelerde bulundukları belediye ve hocanın öğrencilerine bir üstaddan vazgeçmeyi öğrettiği okul. 
Veya daha iyi söylemek gerekirse Millet Meclisi ve Sorbonne Demokrasi’de ise bunların yerini mabet ve drugstore veya atedral ve Borsa alır. Cumhuriyet çocukta insanı arar ve çocuğu ortadan kaldırmak pahasına onda yalnızca büyümesi gereken şeye hitap eder. 
Demokrasi ise insanda çocuğu şımartır. Çünkü o ona yetişkin muamelesi yaparsa onu sıkacağından korkar. Öğrencinin yetişmesini isteyen cumhuriyetçi hiçbir çocuğun çocuk olarak hayranlık verici olmadığını söyler. Demokrat ise sonuçta kocaman çocuklar oldukları için ‘bütün insanların sevimli olduğunu düşünür. Bu daha kaba bir biçimde şöyle de ifade edilebilir: Cumhuriyet çocukları sevmez. Demokrasi ise yetişkinlere saygı göstermez. Cumhuriyette toplum, birinci görevi yalnız başına kendi tabii ışıkları ile her konuda yargıda bulunma gücüne sahip yurttaşlar yetiştirmek olan okula benzemelidir. Demokraside ise okulun kendisi topluma benzemelidir. Okulun ilk görevi onda iş pazarına adapte olmuş üreticiler yetiştirmektir. Bu durumda onda “hayata açık bir okul” veya “seçime, isteğe bağlı bir eğitim” talepleri ortaya çıkacaktır. 
Cumhuriyette okul, duvarlar ve özel yönetmelikler arasında kapalı bir yer olmak zorundadır. 
Çünkü bunlar olmazsa okul, onu her biri farklı bir yöne çeken sosyal, politik, ekonomik veya dinsel kuvvetler karşısında bağımsızlığını (yani laikliğini) kaybedecektir. Biri insanı ortamından bağımsız kılmaya, diğeri ise onu onunla bütünleştirmeye çalışan iki okul aynı okul değildir. Böylece cumhuriyetçi okulun şöhretini, aydın işsizler teşkil edecek, buna karşılık demokratik okul rekabet gücüne sahip bir aptallar topluluğu yetiştirecektir. Her birinin kendi zayıflıkları var. 
Cumhuriyet okulu sever (ve onu yüceltir.) Demokrasi ise okuldan korkar (ve onu ihmal eder.) Ama her ikisinin de en çok sevdikleri veya korktukları şey, okulda felsefedir. Bir cumhuriyeti demokrasiden ayırmanın en emin yolu; üniversiteye girişten önce felsefenin lisede öğretilip öğretilmediğine bakmaktır. Görülecektir ki Avrupa’nın en demokratik bölgesinde, yani Protestan dinine sahip kuzey bölgesinde son sınıflarda onun yerini tutan dinsel eğitimdir. Demokratik eğitim sistemleri, felsefeyi, seçimlik bir ruh eğitimi tamamlayıcısı olarak görür.
 Ona göre bu eğitim, gerçekte papazlarla şairler arasında paylaştırılması gereken bir eğitimdir. Cumhuriyette ise, amacı öğretileri sergilemek değil, problemler yaratmak olan felsefe mecburi bir ders konusudur. Cumhuriyette, öğrencilerin toplumsal kökeni ne 9 olursa olsun, aydınları organik bir bağla topluma bağlayan okul, özellikle felsefe dersidir. 
Cumhuriyet, felsefi bir kavram olduğu için, ebedidir, sonu yoktur. Tarihte sonsuz olarak devam eder. Onu ileriye götüren de bu sonsuzluğun kendisi, bu kendi kendinden memnun olmamadır. Demokrasi ise sosyolojik bir olay olduğu için kendi aynasında kendini güzel bulabilir. Bu kendinden memnun olma -ki sık sık rastlanan bir şeydiretnosantrik, fakat etkili bir propagandaya imkan verir. Kendisini aşılmaz bir şey olarak gördüğü için bir demokrasi belli bir vicdan huzuru ile kendisini bir model (modele) olarak sunar. Buna karşılık kendisini kusurlu ve düşlediği evrensel cumhuriyet bakımından daima özel bir durum olarak gördüğünden bir cumhuriyet, her zaman ancak bir örnek (exemple) olmak zorundadır. İletişim- Kurum Kanaatin yasa hükmünde olduğu demokraside, değer verilen paradır. Kanaat meydana getiren araçlar gerçekten gitgide daha pahalı olmaktadır. Onda imge, kavramın ayağını kaydırmakta, sözel olan yazılı olana hakim olmaktadır. 
Bir demokrasinin seçim kampanyalarında afiş, adayın ucuza mal olan beyaz üzerine siyah yazılmış görüş ve düşüncelerini değil, pahalı olan renkli resimlerini sergiler. Bundan dolayı demokraside reklamcı politik sorumluya, yani kural olarak seçimden sonra hareketlerini basın-yayın vasıtalarının şantajına göre ayarlamak zorunda kalan kişiye emretmektedir. Politikacı demokraside politikasını bu politikalarla ilgili verilebilecek veya verilemeyecek olan imgelere göre düzenler. Bunun için o kararlarını her hafta kendisine, kendisinin ve başkalarının popülarite oranlarını gösteren kamuoyu adlı barometrenin derecelerine göre ayarlar: Bir televizyon kanalının yöneticisinin programındaki arzını, televizyon kamuoyu yoklamalarının sonuçlarının ortaya koyduğu talebe göre ayarlaması gibi! Cumhuriyette davranışları düzenleyen, bir çıkarlar uzlaşmasından başka şey olan, ilkedir. Örneğin bir siyasal parti, iktidarı ele geçirme ve sürdürmenin aracı değildir: 
O, bir yüze veya belirsiz bir vaade değil, bir programa uyar. Eğer egemen (yani halk), oy vermek suretiyle kendisiyle sözleşme yaparsa, bu parti sözleşmeye uymaktan sorumlu kabul edilecektir. Eğitimi, enformasyon vermekle veya şeylerin ilk nedenlerini araştırmayı son dünya haberleriyle karıştırmadığı gibi cumhuriyet, oy verme (suffrage) ile yoklamayı (sondage), devlet ile toplumu birbirine özdeş kılmaz. Çünkü halkla kitleyi, kurumsal olanla isterik çığlıkları birbirine karıştıranlar sonunda adaletle linç etmeyi birbirine karıştırırlar. Cumhuriyette olması gerekenle olan, 10 kalması gerekenle geçmesi gereken birbirlerine karıştırılmaz. O halde demokraside ana kavram, iletişimdir (communication), cumhuriyette ise kurum (institution). Cumhuriyetçi terminolojide okul müdürü (instituteur) veya müdiresi kavramının, bu işin bizzat kendisi gibi saygı uyandıran bir kavram olması, buna karşılık demokraside utanılacak bir şey olması hayret verici bir şey değildir. Kutsal dörtgenden -kara tahta veya küçük ekran- iki ayrı tür terminoloji çıkar: Her rejimin kendi yüceliği vardır: Hayat veya diplomanın yüceliği. 
Gazeteci, reklamcı, şarkıcı, aktör, işadamı bir demokrasinin rehberlerini teşkil eder. Öğretmen, yargıç, bilim adamı ve hatta görünüşte paradoksal olmakla birlikte subay, cumhuriyetin rehberlerini oluşturur. Bir demokrasi kendisini çevreleyen gürültü patırtı içinde rahatça yaşayabilir. O, bundan uzun vadede tamamen kendi kendisine bir düzenin çıkacağına emindir. Cumhuriyette ayrım (distinction) veya ayırt etme (discemement), sessizlik kaleleri ve plajları gerektirir. Birincisi bir gürültü iyimserliği, ikincisi ise bir sessizlik iyimserliği olarak tanımlanabilir. Bugünlerde gürültünün adlandırıldığı gibi “müzik şöleni” veya “bayramı” bir demokrasinin felsefesini temsil eder. Bir dakika sessizlik ise bir cumhuriyetin ruhunu ortaya koyar. 
Cumhuriyetin korkunç biçimlerinin bugün demokrasininkilerden bin defa daha fazla alaylara yol açması bir tesadüf değil. Alayların oranı, kuvvetlerin oranını ifade etmektedir. 1989′un Fransa Cumhuriyeti’nde, cumhuriyet azınlıkta kalmıştır. Bir demokrat için de azınlıkta bulunan daima çirkindir. Eski-Yeni Demokrat yenmiştir. Cumhuriyetçi bugün artık ancak artçı savaşlar veriyor görünmektedir. Ancak nakavtla alınan bu zafer, bir maçın sonunu belirlememektedir. 
Şu basit nedenle ki ortada bir dövüş olmamış, sadece ayaklarımızın altında bulunan tektonik plakaların bir kayması olmuştur. Ulus, cumhuriyetçi olarak konuşmaya devam etmekte, toplum ise demokrat olarak davranıp düşünmektedir. 
Norm ile kültür, Fransa tarihiyle Fransızların hayatı arasında bir kopukluk (décalage) ortaya çıkmıştır. Protokol ile gerçek alışkanlıklar arasındaki bu frekans farklılığı öğrenci ve öğretmenlerin kararsızlıklarını açıklamaktadır. Başörtüsü ile ilgili anketlerin gösterdiği gibi 45 yaşından büyük Fransızların üçte ikisi cumhuriyetçi olarak davranmak şansına sahipken 25 yaşından küçük Fransızlarda ise, demokrat davranma şansı üçte ikidir. Cumhuriyet eskiden kalma bir kavram gibi görünmektedir. Laik okul da öyle. 
Her ikisi de sevimli değiller. 11 Etraftaki her şey bize insan haklarından, borçsuz alacaklardan, zahmetsiz zevklerden söz ederken onlar, ödevler içermektedirler. Kuralsız bütünleşme. Demokratlar gençliği ilkelere tercih mi ediyorlar? Bu yeni bir haber değil. Devir yüksek olanın değil geniş olanın, gri gömleğin değil, apoletlerin devri. Zamana uygun yaşamak lazım. Başka bir çağdan kalma ise, yasanın önemi fazla değil. Bundan dolayı 1989′da, Fransız kavramının doğuşunu Amerikan biçimleri altında kutladık ve herkes Goude tarafından düzenlenen geçit resminde demokrasinin tanrılaştırılmasını, cumhuriyetin yerin dibine batırılmasını alkışladı. “İki yüzüncü yıldönümümü mü benden çaldılar?” “Hayır! benden cumhuriyetimi çaldılar.” Niyetle sonuç arasında bir kopukluğun ortaya çıkmış olduğunu söyleyelim. 1981′de muhteşem bir serüven olan “sosyalizmle özgürlüğü barıştırmak” için yola çıkmış olan solun yaptığı şey sonuçta Raymond Barre ile Harlem Desir’i barıştırmak oldu. 
Bu övgüye değer bir şey; ancak gerçekte hiç de fevkalade değil. Çünkü onlar gerçekte küs değillerdi ki (Barış, anlayış içinde olmak, Borsa’ya hiçbir zaman zarar vermemiştir.) Cumhuriyetçi partinin çocukları, sosyalizm adı altında liberal demokrasiyi göklere çıkarıyor ve uyguluyorlar. Michelet, Tocqueville’i doğurmuştur. İyi veya kötü, bu olayın açıklanması gerekir. 
Cumhuriyetçi modeli kendi evinde güç duruma düşüren bunalımları, değişimleri, başkalaşmaları, yıkılmaları, aşılmaları burada ayrıntılı olarak tekrar ele almayacağız. Sosyologlar işlerini iyi yapıyorlar. Kavramın imgeye, babanın “pub”cı çocuklarına, kamusal olanın özel kültlere yerlerini terk etmeleri şüphesiz toplumsal bir olaydır. Kültürleştirme Fransa’nın dünyadaki maddi, nesnel ve ölçülebilir zayıflamasını hatırlamamız gerekir. Bu olay, her şeyi arkasından sürükleyen Amerika’dan esen rüzgarlara yolu açarak koruluğumuzun eski çitlerini yerle bir etti. Soft’un hard’ı kovduğu gibi, santiaglar galoche’ları, kompakt diskler 45′lik plakları, faks belinogram’ı kovdu. İnsanın kendisinin olanı başka olan, yabancı olanı kendisinin olan gibi yaşadığı durumları tasvir etmek için sosyologlar “kültürleştirme” (acculturation) deyimini kullanıyorlar (eskiden filozofların “yabancılaşma” (alienation) dedikleri gibi). 
Anlaşıldığına göre bir ilk kuşak ürünü mal gibi teknolojik bakımdan demodeleşen cumhuriyet, kendisini icat edenlerce artık yabancı ve tuhaf bir şey, biraz komik bir folklorik unsur gibi hissediliyor. Bunun nedeni üniversitede felsefenin yerini sosyal bilimlerin almış olması değil veya sadece o değil; St. Michel Bulvarı’nın köşesinde, Soufflot Sokağı’nın iki yanındaki Maheu ve Capulade (lokantaları)’nın 12 yerini Free Time ve McDonald’s dükkanlarının almış olması. Şehirsel dekorun biçimlerinin öğretilen şeyin içeriği, yenen şeyin inanılan şey, duyulan şeyin beklenen şey üzerine etkisi sanıldığından fazladır. Fransa tarihine Atlantik-ötesinin self servislerinden bakan entelektüel “establishment”ımız sabit fiyatlı mönülerimizi kavramamaktadır. Bundan dolayı o el çabukluğu ile (Michelet’nin) “Fransız Cumhuriyeti Üzerine”sini (Tocqueville’in) “Amerikan Demokrasisi Üzerine”siyle yer değiştirmiştir. Şu saf, şu şamatacı Michelet’ye sırtını dönerek Tocqueville’den halka 1789′u takdim etmesini, yani Fransız Devrimi’ni ve Cumhuriyet’i, demokrasinin dünya çapındaki gelişim tarihi içinde basit bir yerel aşama olarak açıklamasını istemiştir (Bu devrimi ve cumhuriyeti parantez içine alan bir açıklamadır). 
Basın yayın “establishment”ımız Amerikan Savunma Bakanlığı’nın bir memuru olan M. Fukuyama’nın “Tarihin Sonu”nu baş sayfada basmaktadır; o Fukuyama ki “Milli Menfaat” (National Interest) adlı dergide (Böyle bir ad taşıyan bir Fransız dergisi düşünebilir misiniz?) savaş sonrasında Paris’te Kojeve’in ve onun arkasından bir sürü Fransız filozofunun çok ince bir şekilde söyledikleri şeyi çok kaba bir biçimde İngilizce söylemekten daha fazla bir şey yapmamaktadır. Politik “establishment”ımız solcu bir hükümetin, okul sorununu parlamentonun değil de bakanlar kurulunun önüne getirmesini bir ilerleme olarak görmektedir. “Hukuk devleti” hoş, “egemen halk” ise demode görünüyor. Demokrasinin son sözü “yargıçlar yönetimi” değil midir? “Bağımsız idari otoriteler” her tarafta nesnellik ve tarafsızlığın teminatı değil midirler? 
Yargıcın yasayı uygulamak, yurttaşın ise onu koymak için var olduğunu düşünen safdil, çok arkaik değil midir? Durum tersinedir. Devlet Devletin ve devlet kavramının içerdeki çöküşünü hatırlamak gerekir. Devlet tekellerine karşı savaşma görüntüsü altında kamu hizmetlerinin gerilemesi, özelleştirme ile, özel kişi ve kurumlara bırakılan bilim ve sanat koruyuculuğu ile, kültürel faaliyetlerin özel teşebbüsçe desteklenmesi (sponsoring) ile, devlet televizyonlarını özel televizyonlara uydurma ile aranan kurtuluş ve geniş olarak tasvir edilmiş olan benzeri nice yeni şartlara uydurmalar. Cumhuriyet güçlü değil; fakat onurlu bir devlet ister. Bütçe kaynakları azalıp onur pahalılaştığında, daha iyi olduğu söylenen demokrasi pazara hakim olur. Bu bir seçim değildir, otomatik bir sonuçtur. XVIII. yüzyılın aklı ve tümelinin bunalımını, Hiroshima ve Çernobil’i ve bunlarla birlikte Condorcet’nin mutlakları ile onun Fransa’da ilk kez cumhuriyetçi manifestoyu 1791 yılında ilan etmiş olan ve kendisine safça bir biçimde “Hakikatin Dostları Derneği” adı verilmiş olan 13 düşünce kulübünün bütün varsayımlarını görelileştirmiş olan Levi Straus, Freud, Nietzsche ve Marks babayı hatırlamak gerekir. 
Bu arada aile ve iyi duyguların geri dönüşünü, midenin mantık, hümanitarizmin hümanizm üzerine kazandığı zaferini, tabibin gördüğü rağbete karşı militanın gözden düşmesini, dernek hayatının yeniden canlanmasına karşı partinin ortadan kalkmasını da unutmayalım. Anti-merkeziyetçiliği, eşrafın geri dönüşünü, taşra feodallerinin kazandıkları yeni şöhret ve itibarı, Maurras’nın soldan geri dönüşü, “bölgecilik”i, “farklılık hakkı”nı hatırlamak gerekir. İhtilal öncesi rejiminin (Ancien Regime) ve onun “çeşitlilikler”inin yeniden saygınlığına kavuşturulması, eğitimde bölgeciliğin ortaya çıkışı, genel müfettişlik gibi ulusal sınavların da el altından terk edilişi, kısaca “eğitim toplulukları”nın hizmetinde bir kurum olarak okulun sulandırılmasını hatırlamak gerekir. 
Özellikle ve öncelikle Avrupa’dan, bizim güzel zenginler mesihçiliğinden söz etmemiz gerekir. 
Bu kocaman ve yumuşak mide, oldukça az fark ediliyor. Çünkü içinde bulunmaktayız ve faaliyeti de yavaş. Toplulukların mide suları sessizce Avrupa tarihinin özel şartlarından kalmış olan çeşitli artıkları eritmektedir. Oldukça tuhaf bir karşı-kültür olarak cumhuriyet bu artıklardan biriydi. Onun haz mı demokratik olarak gerçekleşmekte: Çoğunluğa dayanılarak, devletin egemenlik alanının daraltılması ve kanun koyucunun hiç kimseye hiçbir şeyden dolayı hesap vermek zorunda olmayan teknokrata boyun eğdirilmesi yoluyla. Bu yeni bulamaç uygun olacak mı? Laik doğulmadığı gibi cumhuriyetçi de doğulmaz; cumhuriyetçi olunur. Aynı nedenlerle öyle olmaktan çıkılabilir de. Cumhuriyet bir kader (predestination) değil, bir durumdur (situation).
O çaba ve uğraşla kazanılır ve eğer bunlar gösterilmezse kaybedilir. “Avrupa’nın bütünleşmesi”nin, onun ayakkabısı içine bizim huysuz devrimimizin giderayak koymuş olduğu çakıl taşını çıkarıp atmanın en iyi tarzını ifade edip etmediğini gelecek gösterecektir. Bölgeler, sermayeler ve itaatler Avrupası’nda kıtanın ilk ulus-devleti geri kalmış bir devlet olmakta. Bir toplumun sadık kulların itaati veya tüketicilerin iştahı üzerine değil, yurttaşların özerkliği üzerine dayanması için Tanrı’yı başkanlık mevkiinden uzaklaştırdık diye kendimizi ileride sayıyorduk. Tanrı her tarafta papazları ve tüccarları (traders) ile iyilikle veya zorlukla geri döndüğünde, öncü olan arkadan gelmek durumunda olacaktır. Rekabetçi görünebilmek için Fransa’nın hayat tarzını değiştirmesi bir çeşit yumuşaması mı gerekecek? Başkenti Brüksel olan bir cumhuriyet, çok rahatsız edici değil mi? Birey-Yurttaş 14 Sokaklarda gitgide daha az yurttaş, buna karşılık evlerde gitgide daha fazla bireyler gerektiren liberal ülke modeli, bir ilkeler değil, açgözlülükler topluluğunu hedeflemektedir: “Eppur si muove.” Bankacılar Avrupa’sını, yani var olan tek Avrupa’yı ümidi ancak şölenlerimizde parlayan işçiler Avrupası’nın ocak mavisi ile giydirmeye kalkmak, gerçekten kaçmak değil midir? Fransız solu, Avrupa binasının yerine, yeni bir toplum inşa etme projesinin terk edilmesinin -çünkü bu proje bir aşk gemisi olarak katı gerçeğe çarpıp tuzla buz olmuştur- zihinlerde bıraktığı boşluğu doldurmak üzere bir başka efsaneyi geçirdi. Belki de onun seçme imkanı yoktu. Fakat bu bir tuzaktır. Eğer sosyalistler iyi Avrupalı olmak isterlerse, kötü sosyalistler olacaklardır (ve tersi). İyi cumhuriyetçi olmamız ve ortağımız olan ülkelerden iyi öğrenciler olarak liberal demokrasinin alfabesini öğrenmek yerine onlara (laik ve demokratik) cumhuriyetin ilk bilgilerini teklif edecek kadar aklı başında ve cesur olmamız yetecektir. Avrupa’nın bugün ihtiyacını duyduğu en önemli şey, bireylere yurttaşlık onurunu tekrar vermektir. Eğer kamusal alan, artık bunu onlara vermezse onlar bunu başka yerde aramaya koyulacaktır. Çünkü sembolik referansları olmayan toplumsal bağ olmaz. Herkesin ortak devleti kendi referansını kaybetmeye doğru gider gitmez, kiliseler ve kabileler bu birleştirici işlevinde onun yerini alırlar: Boşluk doldurma meselesi. Bir cumhuriyet, ayaklarının ucuna basarak alanı terk ettiğinde, onu yerini dolduracak olan özgür ve muzaffer birey değildir, genel olarak papazlar sınıfı ve mafya grupları, bireyi iterek devletin yerini alacaklardır. Politik iktidarın her ahlaki düşüşü, dinsel otoritelerin politik ilerleyişi ve para feodallerinin yeni bir küstahlığı ile ödenir. Çünkü duygu yetmez; kişisel özgürlüğü “kurumlar”, akılcı iradeye “bağlılıklar” (appertenances) gereklidir. Onlar, iskeletleri olmazsa çökerler. Kuralsız ve disiplinsiz salt bir acıma ve güzel sözler toplumu, tahmin edilemeyecek acımasızlıklara yol açar. Dün vicdan ve ifade özgürlüğü olarak bireyin özerkliğini tehdit eden, devlet ve onun yasakları (censures) idi. Bugün ise en büyük tehlikeler (yasaklama ve dışarı atma istekleri), “sivil-toplum”dan -iştahlar ve gizli hoşgörüsüzlüklerin kargaşası- gelmektedir. Kalbin yasası, kendi başına, gitgide daha hoşgörüsüz ve denetimsiz kudretlerin (basın yayın araçları, papaz sınıfları, bilimler, idare) yükselişine karşı koyamaz. Bugün bireysel özerkliği savunmanın yolu cumhuriyetçi devletten ve ona tekabül eden toplumdan geçmektedir. Politik rejimlerin en imkansızını en zorunlu, en demode olanını en ilerici yapan kaderin garip cilvesi! Cumhuriyetin Geleceği 15 Peki düne ait olan cumhuriyet yarın dönerse? Bu, içinden Guiseppe Verdi’nin Geçmişe dönelim, bu bir ilerleme olacaktır.” parolasını mırıldanmayı hiçbir zaman için bırakmamış olan gezegen operamızın ilk 180 derecelik dönüşü olmayacaktır. Gerçekten çağdaş olmak için arkaik olma cesaretini gösterelim. Özgürlük insanları, şu büyük nostaljikler, XVIII. yüzyıldan geriye doğru atlayarak Yunan-Roma antik dünyasını canlandırmak suretiyle bütün çağdaşlarını aştılar. Devrim öncesi düzenin onların kendilerinin moderniteleri olduğunu hep unutuyoruz. Onlar bu düzeni yeterli ölçüde modern bulmadıklarından eskiyi antik olanla, XV. Louis üslubunu Brutus’un hitabeti ile, Bouchery’yi David’le yendiler. Tarihin ileriye doğru daha iyi sıçraması için bazen geriye doğru adım atması gerekliymiş gibi geleceğin yaratılmasının bu tür hileleri vardır. Dün zarif ve sinik bir liberal kapitalizm ile aptal ve sinik bir devletçi sosyalizm ikilemi içine sokulmak isteniyorduk. Bu seçimi yapmamakla iyi ettik. Birincisi insanda onun gerçekte kültürel alana ait olan özünü tatmin etmemektedir. Ölmekte olan ikinci ise yarışmak için gerekli olan asgari şeyleri bile sağlayamamaktadır. Eğer bugün bizden “homo religiosus”un “biz-başkaları”na karşı koymak üzere “homo economicus”un “ben-kendim”ine katılmamız istenirse cevabımız şu olacaktır: Hayır, teşekkürler, “yurttaşı kabul”ün “biz-hepimiz”i kafidir. Gerçekten kendi tarzında retrograd olan ilerlemenin bizi iki tür geriye dönüş arasında bir seçim yapma durumunda bırakması mümkündür. Dinsel geriye dönüş veya cumhuriyetçi geriye dönüş. Kabileler veya ulus, papazlar veya lise müdürleri. Bu son durumda Condorcet, Michelet ve Jules Ferry’den televizyonda numaralarını göstermek üzere geri dönmelerini istemek yararımıza olacaktır. Önce bir demokrasi olmayacak bir Fransız Cumhuriyeti’ne tahammül edilemez. Başkaları gibi bir demokrasi olmaktan başka bir şey olmayacak bir Fransız Cumhuriyeti de değersiz olacaktır.

HALK PARTİSİ’NİN KURULUŞU – Gazi Mustafa Kemal Atatürk

HALK PARTİSİ’NİN KURULUŞU
M. Kemal Atatürk
Saygıdeğer baylar, her yerde siyasal parti kurma konusunda da halkla uzun uzun söyleşiler yaptım.

7 Aralık 1922’ de, Ankara basını aracılığı ile, “Halk Partisi” adında halkçılık ilkesine dayanan bir siyasal parti kurmak isteğinde olduğumu bildirerek bu partinin nasıl bir program izlemesi gerektiği üzerinde bütün yurtseverlerle bilim adamlarının yardım etmelerini ve katılmalarını dilemiştim.

Kimi kişilerin yazılı olarak bildirdikleri düşüncelerden ve halkla yaptığım konuşmalardan çok yararlandım. En sonu 8 Nisan 1923’te, görüşlerimizi dokuz ilkede saptadım. İkinci Büyük Millet Meclisi’nin seçimi sırasında yayımladığım bu program, partimizin kuruluşuna temel olmuştur.

Bu program bugüne değin yaptığımız ve sonuçlandırdığımız bütün sorunları içine alıyordu. Bununla birlikte, programa yazılmamış kimi önemli sorunlar da vardı. Örneğin: Cumhuriyetin ilanı, halifeliğin kaldırılması, Dinişleri Bakanlığının kaldırılması, medrese ve tekkelerin kaldırılması, şapka giyilmesi… gibi.

Bu sorunları programa alarak, önceden, bilgisiz ve gericilerin bütün ulusu yanıltmaya fırsat bulmalarını uygun görmedim. Çünkü bu sorunların, zamanı gelince çözülebileceğine ve sonunda ulusun kıvanç duyacağına kesin olarak inanıyordum.

Yayımladığım programı bir siyasal parti için yetersiz ve kısa bulanlar oldu. “Halk Partisinin programı yoktur.” dediler. Gerçekten, ilkeler adı ile anılan programımız, karşı çıkanların gördüklerine ve bildiklerine benzer bir kitap değildi; ama temel ilkeleri kapsıyordu ve uygulanabilir nitelikte idi. Biz de, uygulanamayacak düşünceleri kuramsal birtakım ayrıntıları yaldızlayarak bir kitap yazabilirdik, öyle yapmadık. Ulusun maddi ve manevi yönlerden yenilenip gelişmesi için çalışırken, iş yapmayı söze ve kurama yeğ tuttuk. Bununla birlikte;“egemenlik ulusundur,” “Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden başka hiçbir makam ulusun alın yazısında etkin olamaz,” “Bütün yasaların düzenlenmesinde, her türlü örgütlenmede, yönetimin bütün ayrıntılarında, genel eğitimde, iktisat işlerinde ulusal egemenlik ilkelerine uyulacaktır”, “Padişahlığın kaldırılması ile ilgili karar değişmez bir ilkedir.” gibi bilinmesi gereken önemli noktalar ile, mahkemelerin yenileştirileceği, bütün yasalarımızın hukuk bilimi verilerine göre yeni baştan düzeltilip tamamlanacağı, toprak ürünleri vergisinin değiştirileceği, ulusal bankalar anaparalarının artırılacağı, gereksindiğimiz demiryollarının yaptırılacağı, öğretimi birleştirmeye hemen girişileceği, askerlik görevi süresinin kısaltılacağı, ülkenin bayındırlaştırılmasına çalışılacağı ve benzeri gibi ivedi ve önemli gereksemeler ilkeler dışında bırakılmamıştır. Barışla ilgili görüşümüzün de : “Mâliyede, iktisat işlerinde ve yönetimde bağımsızlığımızı kesinlikle sağlamak koşuluyla barışın yeniden kurulmasına çalışmak” olduğunu bildirdik. Halifelik katının, bütün Müslümanlara özgü bir makam olabileceğini de belirttik.

İlkeler, “Halk Partisi”nin kuruluşuna ve çalışmasına yetti. Partinin adına daha sonra “cumhuriyet” kelimesi de eklenerek – bilindiği üzere – “Cumhuriyet Halk Partisi” denildi.

Kaynak: 
Nutuk Söylev, Gazi M. Kemal Atatürk, Türk Tarih Kurumu 9. Baskı- 2012, Cilt II, Sayfa 957